TÜRKİYE Arşiv — ANKASAM | Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi https://www.ankasam.org/kategory/bolgeler/turkiye/ Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi Sat, 16 Mar 2024 16:33:43 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.4.3 Türkiye ve Türkmenistan Arasında Yeni Doğal Gaz Anlaşması https://www.ankasam.org/turkiye-ve-turkmenistan-arasinda-yeni-dogal-gaz-anlasmasi/ Thu, 07 Mar 2024 07:00:44 +0000 https://www.ankasam.org/?p=71975 Türkmenistan ve Türkiye arasında 1 Mart 2024 tarihinde doğal gaz sektöründeki işbirliğini güçlendirmeyi amaçlayan iki ön anlaşma imzalanmıştır. Bu anlaşmalar, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Türkmenistan Milli Lideri ve Halk Maslahatı Başkanı Gurbanguli Berdimuhamedov arasında Antalya Diplomasi Forumu kapsamında yapılan görüşme sırasında gerçekleşmiştir. Aralarında devlet başkanları, bakanlar ve uluslararası delegelerin de bulunduğu 147 devletten […]

The post Türkiye ve Türkmenistan Arasında Yeni Doğal Gaz Anlaşması appeared first on ANKASAM | Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi.

]]>
Türkmenistan ve Türkiye arasında 1 Mart 2024 tarihinde doğal gaz sektöründeki işbirliğini güçlendirmeyi amaçlayan iki ön anlaşma imzalanmıştır. Bu anlaşmalar, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Türkmenistan Milli Lideri ve Halk Maslahatı Başkanı Gurbanguli Berdimuhamedov arasında Antalya Diplomasi Forumu kapsamında yapılan görüşme sırasında gerçekleşmiştir. Aralarında devlet başkanları, bakanlar ve uluslararası delegelerin de bulunduğu 147 devletten temsilcilerin yer aldığı Antalya Diplomasi Forumu, “Krizlerin Ortasında Diplomasiyi Yükseltmek” temasına odaklanmıştır. Forumun tartışma konuları arasında küresel sorunlar, iklim değişikliği, göç, İslamofobi, ticaret savaşları ve yapay zeka da yer almıştır.[1]

Bir mutabakat zaptı ve bir niyet mektubundan oluşan bu anlaşmalar, Türkmenistan’ın Avrupa pazarlarına sevk edilmek üzere Türkiye’ye doğal gaz tedarik etme kararlılığının altını çizmektedir. Türkiye Enerji Bakanı Alparslan Bayraktar, bu anlaşmaların önemini vurgulayarak Türkmen gazının küresel pazarlara geçişini kolaylaştırma isteğini belirtmiştir.

Forumdaki bir panelde konuşan Berdimuhamedov, Türkmenistan’ın Galkynysh sahasının uluslararası denetim standartlarına göre 27 trilyon metreküp olarak tahmin edilen önemli gaz rezervlerinin olduğunu açıklamıştır. Berdimuhamedov, ülkesinin dünyanın dördüncü en büyük doğal gaz rezervlerine sahip devlet konumundan yararlanarak gaz rezervlerinin ihracat yollarını çeşitlendirme stratejisini vurgulamıştır.

Hâlihazırda Rusya, Azerbaycan ve İran gibi çeşitli kaynaklardan hem boru hatları hem de sıvılaştırılmış şekilde doğal gaz alan Türkiye, bu işbirliğinden önemli ölçüde kazanç sağlayacaktır. Ayrıca, Türkiye’nin Karadeniz açıklarında doğal gaz üreticisi olarak ortaya çıkması, enerji portföyünü daha da geliştirmektedir. Berdimuhamedov, Türkmen gazının Türkiye ve Avrupa’ya ulaşması için, Türkmenistan ve Azerbaycan arasında bir deniz sınırı anlaşmasına varıldığında Hazar Denizi ve Azerbaycan üzerinden taşıma da dahil olmak üzere potansiyel rotaları özetlemiştir. Alternatif olarak, gaz takası anlaşması yoluyla İran’ın mevcut boru hattı altyapısı üzerinden gaz nakledilebileceğini belirtmiştir.

Dünyanın en büyük gaz rezervlerine sahip devletlerden biri olarak stratejik konumundan yararlanan Türkmenistan, küresel pazarlara erişmek için Türkiye’nin yerleşik enerji altyapısından faydalanmaya çalışmaktadır. Halihazırda büyük bir enerji tüketicisi olan Türkiye için bu anlaşmalar, enerji arzına ek güvenlik ve çeşitlilik sunmaktadır. Rusya, Azerbaycan ve İran’ın mevcut gaz kaynakları ve Türkmen gazı, Türkiye’nin enerji portföyüne değerli bir katkı sunmaktadır. Bunun yanı sıra Türkiye’nin Karadeniz’deki açık deniz gaz arama çalışmalarındaki son gelişmeler, enerjide kendi kendine yeterliliğini daha da artırmaktadır.

Bu anlaşmalar, Türkmenistan ve Türkiye arasındaki enerji işbirliğinin güçlendirilmesinde önemli bir adım anlamına gelmekte ve Ankara’yı potansiyel olarak önemli bir “bölgesel enerji merkezi” olarak konumlandırmaktadır.

Türkmen gazının Türkiye ve Avrupa’ya ulaşması için belirlenen potansiyel güzergâhlar, jeopolitik hususların ne kadar karmaşık olduğunu göstermektedir. Hazar Denizi ve Azerbaycan üzerinden ya da İran’ın boru hattı altyapısı aracılığıyla taşıma dahil olmak üzere seçenekler, karmaşık bölgesel dinamikleri ve gaz geçişini kolaylaştırmak için diplomatik anlaşmaların gerekliliğini yansıtmaktadır.

Avrupa Birliği (AB), özellikle Rusya-Ukrayna’ Savaşı’yla tırmanan jeopolitik gerilimler neticesinde stratejik olarak Rus doğal gaz kaynaklarına bağımlılıktan uzaklaşmaktadır. Enerji kaynaklarını farklılaştırma arayışında olan AB, Güney Kafkasya bölgesinden gaz ithalatını iki katına çıkarmayı amaçlayarak Azerbaycan’la bir Mutabakat Zaptı (MoU) imzalamıştır. Bu adım, AB’nin enerji kaynakları konusunda Moskova’ya olan bağımlılığını azaltmaya yönelik çabalarının birer parçasıdır.

Azerbaycan’la yapılan anlaşma, diğer paydaşlar için çeşitli faydalar içermektedir. Türkiye önemli bir gaz merkezi olarak konumunu güçlendirecek ve jeopolitik hedeflerini ilerletecektir. Aynı zamanda AB, Rusya’yla müzakerelerdeki konumunu güçlendirerek arz kesintilerine karşı kırılganlığını azaltmaktadır. Türkmenistan için bu anlaşma, özellikle Rusya ve Çin’e karşı bölgesel güç dinamiklerinde daha fazla etki sahibi olma fırsatı sunmaktadır.

Üst düzey bir Azerbaycanlı yetkili, Türkmen gazının Türkiye’ye ve potansiyel olarak Avrupa pazarlarına ulaşması için mevcut boru hattı altyapısı üzerinden geçişini kolaylaştırmaya hazır olduklarını teyit ederek anlaşmadan duyduğu heyecanı dile getirmiştir.[2] Fakat bu planın hayata geçirilmesi, transit güzergahlar için hayati önem taşıyan Hazar Denizi’nin yatağına ilişkin bir anlaşmanın sonuçlandırılmasına bağlıdır.

Enerji Uzmanı Prof. Brenda Shaffer’in de belirttiği gibi, Rusya’nın Ukrayna’daki eylemlerinin ardından Orta Asya gaz ihracatının manzarası önemli değişimler geçirmektedir.[3] Önceden başta Türkmenistan olmak üzere Orta Asyalı üreticiler, Rusya’nın Avrupa gaz piyasalarındaki hakimiyeti ve alternatif ihracat yolları aradıklarında cezalandırılma korkusu gibi engellerle karşılaşmaktalardı. Fakat günümüzde Rusya’nın gaz için birincil pazar olarak Çin’e yoğunlaşmasıyla birlikte Orta Asya gazının batıya ihracının önünde engel kalmamıştır.

Rusya’nın Çin’e yönelmesi, Türkmenistan’ı ihracat pazarlarında farklılık arayışına itmektedir. Neticede Avrasya bölgesindeki enerji akışlarının coğrafi hesaplarını yeniden şekillendiren alternatif gaz rotalarını keşfetmek için bölgesel aktörler arasında bir çıkar yakınlaşması yaşanmaktadır.[4]

AB’nin Rus doğal gazından stratejik açıdan uzaklaşması, bölgedeki enerji güvenliği ve jeopolitik dinamikler üzerinde geniş kapsamlı etkileri olan önemli bir hamledir. Güney Kafkasya’dan gaz ithalatını arttırmak amacıyla Azerbaycan’la imzalanan Mutabakat Zaptı, Avrupa’nın enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesi ve Rusya’ya olan bağımlılığın azaltılması yönünde önemli bir adımdır.

Türkiye’nin jeopolitik hedefleriyle uyumlu ve bölgesel enerji dinamiklerindeki stratejik konumunu geliştiren bu anlaşmayla Ankara, “önemli bir enerji merkezi” olarak öne çıkacaktır.

Türkmenistan’ın ihracat pazarlarını farklılaştırmaya açık olması, Rusya’nın Çin pazarına odaklanmasıyla Orta Asya enerji stratejilerinde yaşanan daha büyük ölçekte bir değişimi yansıtmaktadır.En nihayetindeTürkmenistan ve Türkiye arasındaki doğal gaz işbirliği, bölgesel enerji dinamiklerinde önemli bir değişimi tetiklemekte ve Türkiye’yi AB’ye karşı potansiyel bir enerji merkezi olarak güçlendirmektedir.


[1] “Turkiye, Turkmenistan sign MoU for gas transport”, Xinhua, https://english.news.cn/20240301/114d70e3769e4fedb065d16850c9a768/c.html, (Erişim Tarihi: 03.03.2024).

[2] “Turkmenistan signs gas deal with Turkey, eyeing European sales”, NikkeiAsia, https://asia.nikkei.com/Business/Energy/Turkmenistan-signs-gas-deal-with-Turkey-eyeing-European-sales, (Erişim Tarihi: 03.03.2024).

[3] Aynı yer.

[4] Aynı yer.

The post Türkiye ve Türkmenistan Arasında Yeni Doğal Gaz Anlaşması appeared first on ANKASAM | Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi.

]]>
Türkiye-Venezuela Enerji İşbirliği ve Venezuela’nın Enerji Görünümü https://www.ankasam.org/turkiye-venezuela-enerji-isbirligi-ve-venezuelanin-enerji-gorunumu/ Thu, 08 Feb 2024 04:56:56 +0000 https://www.ankasam.org/?p=69716 30 Ocak 2024 tarihinde Türkiye ve Venezuela, petrol, doğal gaz ve madencilik alanlarında iki ayrı mutabakat zaptı imzalamıştır.[1] Bu mutabakatlar, iki ülke arasındaki işbirliğinin artacağı yönündeki tahminleri kuvvetlendirmiştir. Bilindiği üzere 2024 yılı, enerji alanında ciddi atılımların yapıldığı bir yıl olmaya doğru ilerlemektedir. Türkiye, son yıllarda Karadeniz ve Akdeniz’de yeni petrol rezervleri keşfederek bu alanda teknik […]

The post Türkiye-Venezuela Enerji İşbirliği ve Venezuela’nın Enerji Görünümü appeared first on ANKASAM | Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi.

]]>
30 Ocak 2024 tarihinde Türkiye ve Venezuela, petrol, doğal gaz ve madencilik alanlarında iki ayrı mutabakat zaptı imzalamıştır.[1] Bu mutabakatlar, iki ülke arasındaki işbirliğinin artacağı yönündeki tahminleri kuvvetlendirmiştir. Bilindiği üzere 2024 yılı, enerji alanında ciddi atılımların yapıldığı bir yıl olmaya doğru ilerlemektedir. Türkiye, son yıllarda Karadeniz ve Akdeniz’de yeni petrol rezervleri keşfederek bu alanda teknik kabiliyetini geliştirmektedir. Venezuela’yla yapılan mutabakatın temelinde, petrol ve doğalgazda teknik ve ticari ilerlemeler kapsamında iki ülke arasında koordinasyonun sağlanması yer almıştır. 

Türkiye Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar, Venezuela’yla enerji işbirliğini petrol, doğal gaz ve madencilik alanlarında güçlendirmek amacıyla Karakas’a ziyarette bulunmuştur. Bayraktar, 30 Ocak 2024 Salı günü başkent Karacas’ta ilk olarak Venezuela Petrol Bakanı Pedro Rafael Tellechea Ruiz ile bir araya gelmiştir. Delegasyonlar arasındaki görüşmenin ardından Venezuela ile Türkiye arasında petrol ve doğal gaz işbirliği için bir anlayış mutabakatı imzalanmıştır. Bayraktar ayrıca Ekolojik Madencilik Geliştirme Bakanı William Serantes Pinto’yla da bir araya gelmiştir.[2] Bayraktar, Türk şirketleri Eti Maden, MTA (Mineral Araştırma ve Keşif Genel Müdürlüğü) ve Türkiye Petrolleri Uluslararası Şirketi’nin (TPIC) Venezuela’da faaliyet gösterebileceği alanlarda istişareler gerçekleştirdiklerini söylemiştir.

Venezuela, 303 milyar varil kanıtlanmış petrol rezerviyle dünyada ilk sırada yer almaktadır. Bu miktar, Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC) ülkeleri toplamının dörtte birine ve dünya toplamının ise beşte birine tekabül etmektedir. Aşırı ağır sınıfında olan rezervlerin %75’i 55 bin kilometrekare alandaki Orinoco havzasında bulunmaktadır. Petrole dayalı olan Venezuela ekonomisi, petrol üretiminde ve fiyatlarındaki gelişmelerden ciddi şekilde etkilenmektedir.

Venezuela’da 2000’li yılların başında 3 milyon varil/gün olan ham petrol üretimi, yatırım eksikliği nedeniyle 2017 yılında 2 milyon varil/gün ve 2018 yılında 1,4 milyon varil/gün seviyesine gerilemiştir. 2019 yılındaki yaptırımlarla birlikte üretim keskin bir şekilde düşmeye devam etmiştir. Yılın tamamındaki ortalama üretim 1 milyon varil/gün civarında gerçekleşmiştir. Ülkenin petrol üretimi düşmeye devam etmektedir.

Hem resmi veriler hem de OPEC verileri karşılaştırıldığında petrol üretimin 2020 yılı üçüncü çeyreğinde 400 bin varil/gün seviyesinin altına gerilediği görülmektedir. 2019 yılında Venezuela’nın petrol ihracatının yaklaşık üçte ikisine aracılık eden Rus Rosneft’in iki alt şirketinin (Rosneft Trading S.A ve TNK Trading International S.A.) şubat ve mart aylarında ABD yaptırım listesine alınması üzerine Rosneft, Venezuela’daki aktif varlıklarını Rus hükümetine devrettiğini açıklamıştır. Ayrıca ABD, başta İspanyol firması Repsol ve Hintli Reliance firması olmak üzere Venezuela’yla petrol ticareti yapan firmalar üzerindeki baskısını artırmış durumdadır.

Diğer taraftan, adı daha önce duyulmamış bazı Meksikalı firmaların yılın ikinci çeyreğinde gıda ve yakıt satışı karşılığında Venezuela’dan ham petrol aldıkları açıklanmış ve onlar da ABD’nin yaptırım listesine alınmıştır. Yılın üçüncü çeyreğinde ise İspanyol, Repsol, İtalyan ENI, Taylandlı Tipco ve Hintli Reliance firmalarının Venezuela’dan petrol almaya devam ettikleri bildirilmektedir. Venezuela petrolünün normal satış fiyatının Brent petrolle karşılaştırıldığında 10-15 dolar daha düşük olduğu ve ayrıca Amerikan yaptırımları nedeniyle Venezuela’nın %25’lere varan iskonto uyguladığı dikkate alındığında uluslararası petrol fiyatlarındaki düşük seviye, ülkenin ihracatına ciddi darbe vurmaktadır. Ülkenin ham petrol rafineri kapasitesi 1,3 milyon varil/gün seviyesindedir. Bununla birlikte rafinerilerin büyük bir kısmı üretim dışı kaldığından mevcut üretim, yurt içi tüketimi bile karşılayabilecek düzeyde değildir. Ülkenin normal dönemlerde 350-400 bin varil/gün ve pandemi döneminde de 150-200 bin varil/gün yurt içi tüketim ihtiyacı olduğu tahmin edilmektedir. Venezuela, 6,4 trilyon metreküp doğal gaz rezerviyle dünyada yedinci sırada yer almaktadır. Rezervlerin %60’ı geleneksel üretim bölgelerinde yer almaktadır. Ülkenin yıllık doğal gaz üretimi 37,5 milyar metreküp seviyesinde olup tamamı yurt içi tüketime gitmektedir. Tüketimin yaklaşık üçte ikisi petrol ve petrokimya alanında kullanılırken, yaklaşık onda biri elektrik santrallerinde kullanılmaktadır.

Venezuela’nın 10 milyar ton kömür rezervi bulunmaktadır. 2000’li yılların başında 10 milyon ton kömür üretimiyle Brezilya ve Kolombiya’dan sonra bölgenin en büyük üçüncü üreticisi olan Venezuela’da üretim son yıllarda 800 bin tona kadar gerilemiştir. Ülkede yaklaşık 2 milyon ton petrokok üretimi yapılmaktadır. Venezuela, Latin Amerika ülkeleri arasında kişi başı enerji tüketiminin en yüksek olduğu ülkedir. Nüfusun tamamı elektrik erişimine sahiptir. Geniş elektrik enerjisi ağı ile enerji ve yakıt ücretlerinin devlet tarafından sübvanse edilmesi enerji kullanımını artırmaktadır. Ülkenin toplam elektrik üretiminin yaklaşık yarısı fosil yakıt santrallerinden sağlanırken geri kalanı hidroelektrik santrallerinden temin edilmektedir. Dünyanın sayılı hidroelektrik barajlarından biri olan Guri kompleksi ülkenin elektrik enerjisinin yarısına yakınını sağlamaktadır.[3]

Türkiye ve Venezuela arasında ilişkilerin ciddi öneme sahip olduğu bilinmektedir. Petrol ve doğal gaz sektöründe teknik kabiliyet ve tecrübe aktarımı, iki ülke arasında derin ilişkilerin daha da sağlam temellere oturtulmasına olanak sağlayacaktır. Lakin Venezuela’nın son aylarda sınırda atmış olduğu adımlar, bölgede ciddi tepkilere sebep olmuş ve yeni ambargoların yolda olduğu sinyali verilmiştir. Bu bağlamda Türkiye-Venezuela ilişkilerinin teknokratik temellerde ilerlemesi her iki ülke arasında yapılacak enerji yatırımlarını güvence altına alacaktır.


[1] “Türkiye ve Venezuela Petrol Ve Doğal Gaz İşbirliği Yapacak.”, Enerji Günlüğü, https://www.enerjigunlugu.net/turkiye-ve-venezuela-petrol-ve-dogal-gaz-isbirligi-yapacak-57523h.htm, (Erişim Tarihi: 31.01.2024).

[2] “Turkish Energy Minister in Venezuela to Boost Ties in Oil, Gas and Mining.”, AA, https://www.aa.com.tr/en/turkiye/turkish-energy-minister-in-venezuela-to-boost-ties-in-oil-gas-and-mining/3124038, (Erişim Tarihi: 31.01.2024).

[3] “Venezuela Ülke Raporu Türkiye İçin Fırsatlar”, Türkiye’nin Karakas Büyükelçiliği Ticaret Müşavirliği, Kasım 2020.

The post Türkiye-Venezuela Enerji İşbirliği ve Venezuela’nın Enerji Görünümü appeared first on ANKASAM | Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi.

]]>
Türkiye-Avrupa Enerji İşbirlikleri https://www.ankasam.org/turkiye-avrupa-enerji-isbirlikleri/ Mon, 09 Oct 2023 09:52:51 +0000 https://www.ankasam.org/?p=61942 Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısından beri Karadeniz ve özellikle Güney Avrupa ülkelerinin enerji arz-güvenliği konusunda ciddi problemler yaşadığı açığa çıkmıştır. Bu kriz ortamında sanayi ve konut elektriğine erişimi korumak, elektrifikasyon ağını genişletme ve bununla birlikte büyümelerin gerçekleştirilmesi için enerji daha büyük önem kazanmıştır. “Tahıl Koridoru” anlaşması sonrası gıda krizinin geçici olarak Türkiye’nin arabuluculuğuyla çözülmesinin ardından, enerji krizine […]

The post Türkiye-Avrupa Enerji İşbirlikleri appeared first on ANKASAM | Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi.

]]>
Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısından beri Karadeniz ve özellikle Güney Avrupa ülkelerinin enerji arz-güvenliği konusunda ciddi problemler yaşadığı açığa çıkmıştır. Bu kriz ortamında sanayi ve konut elektriğine erişimi korumak, elektrifikasyon ağını genişletme ve bununla birlikte büyümelerin gerçekleştirilmesi için enerji daha büyük önem kazanmıştır. “Tahıl Koridoru” anlaşması sonrası gıda krizinin geçici olarak Türkiye’nin arabuluculuğuyla çözülmesinin ardından, enerji krizine çözümde alternatif olarak Türkiye, birçok ülke tarafından gözde haline gelmiştir.

Türkiye, Güneydoğu Avrupa’daki doğalgaz tedarikçisi olarak rolünü genişletmek amacıyla bölgedeki birçok ülkeyle anlaşmalar imzalayarak doğalgaz arzını artırmıştır. Türkiye, Ekim 2023 tarihinden itibaren Moldova’ya günlük 2 milyon metreküp doğalgaz tedarik etmeye başlayacaktır. Bu adım, Türkiye’nin güneydoğu Avrupa’daki daha küçük doğalgaz pazarlarına alternatif bir tedarikçi olmayı hedeflediği bir dönemde gerçekleşmiştir. Moldova’yla yapılan bu anlaşmanın yanı sıra Türkiye, son dönemde bölgedeki diğer ülkelerle de doğalgaz tedarik anlaşmaları imzalamıştır. Bunlar arasında Romanya, Bulgaristan ve Macaristan bulunmaktadır. Bu anlaşmalar, Türkiye’nin geniş sıvılaştırılmış gaz (LNG) ithalat altyapısını kullanarak bölgesel enerji pazarında daha büyük bir rol oynamasının birer parçasıdır.[1]

Ayrıca “komşu” olmayan ikinci ülke Romanya’yla da enerji anlaşması sağlanmıştır. Boru Hatları ile Petrol Taşıma Anonim Şirketi (BOTAŞ), 1 Ekim 2023 tarihinden itibaren Romanya menşeli gaz üreticisi ve dağıtıcısı OMV Petrom ile günlük 4 milyon metreküp doğalgazın teslimatını içeren kısa vadeli bir tedarik anlaşması imzalamıştır. Türk şirketi, gazı Azerbaycan ve Rusya’dan alarak Yunanistan ve Bulgaristan üzerinden sevk edecek ve sözleşme 31 Mart 2036 tarihinde sona erecektir. BOTAŞ ve OMV Petrom, ayrıca gaz iletimi, depolama, üretim ve yeşil enerji teknolojileri konularında işbirliği yapma konusunda anlaşmıştır. Bu anlaşma, BOTAŞ’ın Doğu ve Güney Avrupa’daki varlığını artırma hedefleriyle uyumludur.[2]

İşbirliklerinin en büyük sebepleri arasında Türkiye’nin Rus enerji bağımlılığını sona erdirmeye yönelik Avrupa’nın çabalarında rol oynama hedefleri yatmaktadır. Balkanlar ve Doğu Avrupa’da büyük risk faktörleriyle enerji iletiminin yapılması, bu alanda Türkiye için yeni bir oyun sahası açmıştır. İletim değerlerindeki doğalgazın metreküp miktarının özellikle Bulgaristan ve Romanya pazarlarının çoğunluğunu domine edecek bir ihracat anlaşmasına dönüşmüştür.

Türkiye’nin transit ülke konumundan kaynaklı olarak gelişmiş enerji iletim ve dağıtım altyapısı başta Azerbaycan olmak üzere Türk Devletleri’nin yeni pazarlara ulaşmasına olanak sağlamaktadır. Bakü’nün üretici ülke konumunda Avrupa devletlerinin en büyük alternatif olduğu belirtilmiştir. Enerji zengini Azerbaycan, eksikliği gidermeye yardımcı olabilecek ülkelerden biridir. AB Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen’in Temmuz 2022 tarihli Bakü ziyareti esnasında yaptığı açıklama şu şekildedir:[3]

“Avrupa Birliği, bu nedenle Rusya’dan uzaklaşmayı ve daha güvenilir ortaklara yönelmeyi kararlaştırdı. Ve sizi bu ortaklardan biri olarak saymaktan memnuniyet duyuyorum. Gerçekten de bizim için kritik bir enerji ortağısınız ve her zaman güvenilir oldunuz.”

Bakü, gaz tedarikini zaten Avrupa’ya yaklaşık üçte bir oranında artırmış durumdadır. Gaz, Türkiye üzerinden Yunanistan’a giden TANAP boru hattı aracılığıyla teslim edilmektedir ve buradan Avrupa’nın boru hatlarına bağlanmaktadır. 

Türkiye’nin transit öneminin büyümeye devam edeceği apaçık ortadadır. Türkmenistan’ın büyük gaz rezervleri de Avrupa açısından önemli bir gaz kaynağı haline gelebilir. Bu gaz, Azerbaycan üzerinden Türkiye’den geçen TANAP boru hattı aracılığıyla Batı’ya taşınabilir. Bu bilgiler ışığında Karadeniz’e kıyısı olan Avrupa devletlerinin potansiyel olarak Türk Karadeniz gazının alıcıları olacağı öngörülmektedir.


[1] “Turkey To Begin Supplying Moldova with Natural Gas from October”, Natural Gas World, https://www.naturalgasworld.com/turkey-to-start-supplying-moldova-with-natural-gas-from-october-state-media-107444, (Erişim Tarihi: 28.09.2023).

[2] “Turkey To Deliver Gas to Romania This Winter”, Upstream Energy Explored, https://www.upstreamonline.com/energy-security/turkey-to-deliver-gas-to-romania-this-winter/2-1-1525062, (Erişim Tarihi: 27.09.2023).

[3] “Turkey Seeking Role in Europe’s Bid to End Russian Energy Dependency”, Voa, https://www.voanews.com/a/turkey-seeking-role-in-europe-s-bid-to-end-russian-energy-dependency/6808047.html, (Erişim Tarihi: 27.09.2023).

The post Türkiye-Avrupa Enerji İşbirlikleri appeared first on ANKASAM | Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi.

]]>
Türkiye-ABD İlişkilerinde Yeni Dönem https://www.ankasam.org/turkiye-abd-iliskilerinde-yeni-donem/ Mon, 12 Jul 2021 10:38:14 +0000 https://www.ankasam.org/?p=26760 Sözde soykırım iddiaları, geçmişten beri Amerikan siyasetinin ilgi gösterdiği bir konudur. Azınlık oylarının belirleyici olduğu bir seçim sistemi nedeniyle Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) siyasetçiler, Ermeni kökenli Amerikan vatandaşlarının oyunu alabilmek adına soykırım iddialarını siyasal bir malzeme haline getirmektedir. Bununla birlikte birkaç yıl öncesine kadar, ABD’nin yasama organı ile yürütme organı arasında konuyla ilgili fikir ayrılığı […]

The post Türkiye-ABD İlişkilerinde Yeni Dönem appeared first on ANKASAM | Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi.

]]>
Sözde soykırım iddiaları, geçmişten beri Amerikan siyasetinin ilgi gösterdiği bir konudur. Azınlık oylarının belirleyici olduğu bir seçim sistemi nedeniyle Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) siyasetçiler, Ermeni kökenli Amerikan vatandaşlarının oyunu alabilmek adına soykırım iddialarını siyasal bir malzeme haline getirmektedir. Bununla birlikte birkaç yıl öncesine kadar, ABD’nin yasama organı ile yürütme organı arasında konuyla ilgili fikir ayrılığı göze çarpmıştır. Sözde soykırım iddiaları, birçok kez ABD Kongresi’nin gündemine gelmiş; fakat Amerikan Başkanları önemli bir müttefik olarak gördükleri Türkiye aleyhine kararlar alınmasını önlemek adına devreye girmişlerdir.

Son yıllarda Türkiye-ABD ilişkilerindeki gerginlikler bu tabloyu değiştirmiştir. 2019 yılında ABD Temsilciler Meclisi ve Senatosu 1915 Olayları’nı soykırım olarak tanıyan bir karar almıştır. Nihayetinde ABD Başkanı Joe Biden, 24 Nisan 2021 tarihinde yaptığı açıklamada, “soykırım” kelimesini kullanmıştır. Böylece sözde soykırım iddialarıyla ilişkili olarak Amerikan yasaması ile yürütmesi arasındaki fikir ayrılığı ortadan kalkmıştır. Bu durum, Türkiye’nin ABD için eskisi kadar önemli olmayan bir müttefik haline geldiğini ve Biden’ın Türkiye’yi kaybetmeyi göze aldığını düşündürmektedir.

Türkiye-ABD ilişkilerinin son on yılına bakıldığında, Barack Obama’nın ikinci döneminden bu yana zaten bir kriz havasının hâkim olduğu görülmektedir. Bir başka deyişle, Biden’ın açıklamaları, ikili ilişkilerde yeni bir krizin nedeni olmaktan ziyade uzun bir süredir devam eden krizin sonucu olarak görülmelidir. Bu noktada birçok somut sorundan bahsetmek mümkündür. ABD’nin Suriye’nin kuzeyinde terör örgütü PKK uzantısı PYD/YPG ile işbirliği yapması ve Türkiye’nin S-400’leri satın alması ilk akla gelen önemli anlaşmazlıklardır. Fakat görünürdeki bu sorunların altında yatan temel sorun, Türkiye ile ABD’yi yeniden yakınlaştıracak bir ortak tehdidin bulunmaması, güvenlik çıkarlarının farklılaşması ve ABD’nin Türkiye’ye eskisi kadar ihtiyaç duymamasıdır. Biden’ın bu kadar cüretkâr davranması da buradan kaynaklanmaktadır.

Türkiye ile ABD’nin temel dış politika çıkarları ve güvenlik algılamalarına bakıldığında, aktörler her geçen gün birbirinden uzaklaşan iki müttefike benzemektedir. Fakat bu çıkar farklılaşmasını iki ayrı ölçekte değerlendirmek gerekir. Uzun vadede bakıldığında, ABD’nin dış politika ilgisi Ortadoğu’dan uzaklaşıp Asya’ya yönelmektedir. Oysa ABD’nin geçmişten beri Türkiye’yi önemli bir müttefik olarak görmesinin en önemli nedeni Ortadoğu’ya yakınlığı olmuştur. Dolayısıyla uzun vadede ABD’nin Ortadoğu’daki angajmanı azaldıkça, Türkiye’nin ABD için önemi de azalacaktır.

Kısa ve orta vadede bakıldığında ise farklı bir tablo ortaya çıkmaktadır. Birincisi, ABD Ortadoğu’dan çekilmek istiyor olsa da bu durum, Ortadoğu’daki Amerikan çıkarlarının ortadan kalkması anlamına gelmemektedir. ABD, söz konusu bölgenin istikrarını güvenilir müttefikleri aracılığıyla sağlamak istemektedir. İkincisi, ABD sadece Ortadoğu bağlamında değil; genel anlamda Çin’le mücadelesinde müttefiklerinden daha fazla destek talep etmektedir. Çin’le girilecek yeni bir Soğuk Savaş’ın söz konusu olması durumunda ise müttefiklerinin kendi dış politikalarını ABD’yle eşgüdümlü hale getirmeleri beklenmektedir.

Görüldüğü üzere, uzun vadede ABD için Türkiye’nin göreli önemi azalırken; kısa ve orta vadede Türkiye halen önemli bir müttefiktir. Nitekim Biden yönetimi, Türkiye’yi ABD’yle uyumlu bir dış politika çizgisine çekmek için çaba harcamaktadır. Bu amaçla Washington yönetimi, bir yandan yaptırım kartını oynamakta ve bu yaptırımlar, daha çok Rusya’yla ilişkiler bağlamında söz konusu olmaktadır. Diğer yandan da ABD, Türkiye’ye yeni birtakım sorumluluklar vererek Ankara’yı kendisine bağlamak istemektedir. Afganistan’daki barış görüşmelerinde Türkiye’nin öne çıkarılması da bu eksende değerlendirilmelidir. Tüm bu süreç incelendiğinde ise ABD’nin Türkiye’ye karşı havuç ve sopa yöntemi izlediği görülmektedir.

Türkiye açısından en önemli sorun da burada başlamaktadır. Zira ABD, Türkiye’yi hizaya getirilmesi gereken bir müttefik olarak görmektedir. Türkiye ise karşılıklılığa dayalı bir ittifak ilişkisi talep etmektedir. Yani Ankara’nın güvenlik kaygıları ve diğer dış politika hassasiyetleri noktasında Washington yönetiminin duyarlı olması beklenmektedir. ABD, bu duyarlılığı göstermedikçe, Türkiye’nin kendi dış politikasını ABD’nin çıkarlarıyla eşgüdümleme motivasyonu da ortadan kalkmaktadır. Bu bağlamda Biden’ın sözde soykırım iddialarını bir koz olarak kullanması, Türkiye’yi ABD’ye yakınlaştıracak bir adım değildir. Aksine iki ülke arasındaki güven bunalımını daha da ağırlaştıracak bir girişimdir. ABD, kendi dış politika çıkarlarıyla uyumlu hareket eden bir müttefik görmek istiyorsa, Türkiye’nin temel ulusal güvenlik kaygılarına saygı gösteren bir davranış tarzı benimsemelidir.

İki ülke arasındaki ipler halen kopmuş değildir. Türkiye’nin birçok dış politika meselesinde ABD’nin desteğine ihtiyacı devam etmektedir. Zaten bu nedenle Biden’ın açıklamalarına kesin bir dille yanıt verilmiş ama kriz tırmandırılmamıştır. Bu yanlış bir tercih değildir; çünkü her ne olursa olsun ABD’yle iplerin koparılması Türkiye’nin çıkarlarına hizmet etmeyecektir.

Bu noktada Türkiye’nin hem sözde soykırım iddialarına karşı hem de ABD’yle ilişkilerde izleyebileceği farklı politika seçeneklerinden söz edilebilir. Bu farklı politikalar ve stratejiler ne olursa olsun Türkiye’nin uzun vadeli dış politika hedefi dostları fazla, düşmanları az bir ülke haline gelmek olmalıdır. Ekonomik, siyasal ve toplumsal kapasitesiyle öne çıkan ve uluslararası alanda sözü dikkate alınan bir ülkeye karşı bu tarz meselelerin bir koz olarak kullanılması daha zordur.

Sözde soykırım iddiaları siyasallaşmış bir sorundur. Türkiye’nin tarih komisyonu kurulması gibi girişimleri yerinde ve gerekli olsalar da sorunun siyasal boyutunu ortadan kaldırmayacaktır. Dolayısıyla Türkiye’nin bu iddialara karşı tarihsel ve hukuksal olduğu kadar dış politik bir zeminde de mücadele etmesi gerekmektedir. Dost ülkelerin kaybetmeyi göze alamayacağı, düşman ülkelerin ise karşısına almaktan kaçınacağı bir Türkiye, sözde soykırım iddialarının siyasallaşmasına ve bir dış politika şantajı olarak kullanılmasına daha kolay göğüs gerecektir.

The post Türkiye-ABD İlişkilerinde Yeni Dönem appeared first on ANKASAM | Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi.

]]>
Türkiye-NATO İlişkileri: Güvensizlik Temelinde Müttefiklik https://www.ankasam.org/turkiye-nato-iliskileri-guvensizlik-temelinde-muttefiklik/ Fri, 11 Jun 2021 15:14:32 +0000 https://www.ankasam.org/?p=27252 Soğuk Savaş dönemi boyunca iki kutuplu sistemde Batı Bloku için güvenlik şemsiyesi olan ve özellikle Kıta Avrupa’sı bağlamında Sovyetler Birliği ve komünist tehdide karşı koruma kalkanı işlevi gören NATO, günümüzde en çok tartışılan uluslararası kurumların başında yer almaktadır. Bir yandan NATO’nun varlığına ve konseptine ilişkin tartışmalar yürütülürken öte yandan NATO üyeleri arasında da ayrık davranma […]

The post Türkiye-NATO İlişkileri: Güvensizlik Temelinde Müttefiklik appeared first on ANKASAM | Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi.

]]>
Soğuk Savaş dönemi boyunca iki kutuplu sistemde Batı Bloku için güvenlik şemsiyesi olan ve özellikle Kıta Avrupa’sı bağlamında Sovyetler Birliği ve komünist tehdide karşı koruma kalkanı işlevi gören NATO, günümüzde en çok tartışılan uluslararası kurumların başında yer almaktadır. Bir yandan NATO’nun varlığına ve konseptine ilişkin tartışmalar yürütülürken öte yandan NATO üyeleri arasında da ayrık davranma eğilimlerinde artışlar gözlemlenmektedir. Pek tabi bir şekilde bu durumun temel sebebinin uluslararası sistemin yapısal değişimi olduğu savı, genel kabul görmektedir. Ancak son günlerde NATO içerisinde daha önceki dönemlerle mukayese edilmeyecek derecede ciddi bir ayrışma ve üye ülkeler arasında sorunların baş göstermesi söz konusudur. Bu tespiti haklı çıkaracak son gelişme ise Germen Marshall Fund/Alman Marshall Fonu ve Bertelsman Vakfı tarafından 11 NATO üyesi ülkede yapılan ‘Transatlantik Trendler’ anketinin sonuçlarıdır.

29 Mart-13 Nisan 2021 tarihleri arasında, Türkiye, ABD, Kanada, Fransa, Britanya, İtalya, Hollanda, Polonya, Almanya, İspanya ve İsveç’den 18 yaş üstü ve çeşitli yaş gruplarından oluşan biner kişiyle yapılan anket sonuçlarına göre;

  • Amerika Birleşik Devletleri (ABD) vatandaşlarının yüzde 42’si,
  • Almanya ve Hollanda vatandaşlarının yüzde 76’sı,
  • İsveç vatandaşların yüzde 74’ü,
  • İtalya vatandaşlarının yüzde 73’ü,
  • Fransızların ise yüzde 72’si

Türkiye’yi “güvenilmez” olarak nitelendirirken Türkiye’den ankete katılan bin kişinin verdiği yanıtlardan elde edilen sonuçlara göre ise;

  • Almanya’ya güvensiz diyenlerin oranı yüzde 46,
  • Fransa’ya güvensiz diyenlerin oranı yüzde 74,
  • ABD’ye güvensiz diyenlerin oranı ise yüzde 77’dir.

German Marshall Fund/Alman Marshall Fonu ve Bertelsman Vakfı tarafından yaptırılan bu ankette ayrıca İtalya ve Polonya ile birlikte Türkiye’deki demokratik durumun da iyi olmadığı sonucuna ulaşıldığı deklare edilmiştir.

7-8 Haziran 2021 tarihlerinde Areda Survey tarafından Türkiye’de yapılan ve yukarıdaki sonuçlara yakın bulguları ortaya koyan bir başka ankete göre ise ankete katılanların yüzde 90’ı olası bir anlaşmazlık durumunda NATO’nun Türkiye’nin yanında yer alacağına inanmamaktadır. Bu kişilerin yüzde 51,7’si ise NATO’nun Türkiye’yi kendi çıkarları için kullandığını düşünmektedir. Dahası ankete katılanların yüzde 70,4’ü Türkiye’deki NATO üslerini milli güvenlik sorunu olarak ele almaktadır.

Yukarıda bahsedilen her iki anket üzerinden bir değerlendirme yapıldığında NATO-Türkiye ilişkilerinde en temel sorunun “güven meselesi” olduğu açıkça ifade edilebilir. Güven sorununu gözler önüne seren bu anketler bağlamında ise iki önemli hususa dikkat edilmesi gerekmektedir. İlk olarak ankete katılanların verdikleri yanıtlar ve bunlar üzerinden şekillenen bulgular ikincisi ise anketin zamanlaması ve sonuçların deklarasyonundaki satır aralarına sıkıştırılan mesajlardır.

Ankete katılan üye ülke vatandaşlarının verdikleri cevapların anketin hata payı da dikkate alınarak değerlendirilmesi halinde NATO’nun en önemli ülkelerinin tamamında örgüte karşı bir güven sorunu olduğu ortaya çıkmaktadır. Güven sorununun temelinde ise NATO’nun üye ülkelerin çıkarlarını koruyamadığı, herhangi bir güvenlik sorunu veya çatışma durumunda ise NATO’nun destek vermeyeceği kaygısı yer almaktadır. Ayrıca Türkiye’nin de dahil olduğu söz konusu ülkelerin kamuoyunda NATO’nun ABD’nin çıkarları doğrultusunda hareket eden bir yapı olduğu inancının oldukça yüksek seviyede olduğu gözlenmektedir.

Batılı değerler sistemi üzerinden tesis edilen müttefiklik mekanizması olan NATO’nun kurumsal kimliğine yönelik bu olumsuz algı örgütün geleceği noktasında oldukça karamsar bir tabloyu ortaya koymaktadır. Çünkü günümüzde uluslararası ilişkilerde devletlerin tercihleri ve özellikle müttefiklik ilişkilerin tesisi veya bekası noktasında ulusal kamuoyunun desteği oldukça önemlidir. Aksi halde kamuoyu desteğinden yoksun bir ilişkinin sürdürülebilir olması ya da etkin bir şekilde işlemesi noktasında karar alıcılar çekimser davranmaya zorlanabilmektedir. Dolayısıyla kamuoyunun karar alıcıları baskı altına alması her geçen gün daha fazla ciddiyet arz edebilir ve bu da NATO’nun varlığına ilişkin ciddi bir sorun anlamına gelmektedir.

Liderler zirvesi öncesi yayımlanan bu ankette dikkat çeken diğer husus ise anketin zamanlaması ve satır arasındaki mesajlarıdır. Öncelikle anketin zirveye katılacak liderleri etkileme, manipüle etme ya da algıya maruz bırakma amacı güttüğü iddia edilebilir. Ayrıca anketi servis edenler ve dolaylı olarak sürece dahil olan aktörlerin de NATO’nun mevcut pozisyonunu sorgulayan ve NATO üyesi diğer bazı ülkelerle sorunlar yaşayan devletlerle ilişkili yapılar olması da manidardır. Bir diğer ifadeyle her ne kadar kamuoyu çalışması bağlamında halkın algısı şeklinde deklare edilse de esasında karar alıcıların ve güç merkezlerinin medya üzerinden psikolojik bir harp yürüttüğü ileri sürülebilir. Bu bağlamda son olarak NATO’nun da bu anket üzerinden bazı üye ülkelere mesajlar gönderdiğini düşünmek çok da yanlış bir tez değildir. Bu ülkelerden bir tanesinin ise Türkiye olduğu oldukça açıktır.

NATO anketi üzerinden gerek ankete dahil olan ülkelerin gerekse NATO’nun dolaylı bir şekilde “güvenilmez devlet” olarak nitelendirmeleri ve aynı günlerde ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken’in Senato’daki bir oturumda “Türkiye’nin bazen NATO müttefiki gibi davranmadığını” ifade etmesi, liderler zirvesi öncesi Türkiye’ye verilen mesajlardır. Aynı şekilde Türk kamuoyunda da NATO’ya güvensizliğin her geçen gün artması gerçeği ortadadır. Bu gerçeklik üzerinden NATO-Türkiye ilişkilerinin mevcut şartlar itibarıyla adının konulması gerekirse; “Güvensizlik Temelinde Müttefiklik” en doğru adlandırma gibi durmaktadır. Eğer bahse konu güven sorunu aşılamaz ise hem Türkiye’nin NATO ve buna bağlı olarak ABD ve Batı ile ilişkileri olumsuz etkilenecek hem de NATO üyelerinin genelinde (hem karar alıcılar da hem de kamuoyunda) birbirine ve örgüte yönelik söz konusu olan güven sorunu, NATO’nun bekası açısından ciddi bir tehdit halini alacaktır.

The post Türkiye-NATO İlişkileri: Güvensizlik Temelinde Müttefiklik appeared first on ANKASAM | Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi.

]]>
NATO Zirvesi: Doktriner Arayış Süreci ve Adı Konulamayan İlişkinin Tarafları https://www.ankasam.org/nato-zirvesi-doktriner-arayis-sureci-ve-adi-konulamayan-iliskinin-taraflari/ Sat, 05 Jun 2021 10:15:05 +0000 https://www.ankasam.org/?p=27147 14 Haziran 2021 tarihinde Soğuk Savaş’ın ihtişamlı kurumsal güvenlik yapılanması Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (North Atlantic Treaty Organization-NATO) bünyesinde üye ülkelerin liderlerinin katılacağı önemli bir zirve gerçekleştirilecek. Örgütün sistematik olarak düzenli bir şekilde gerçekleştirdiği devlet ve hükümet başkanları zirvelerinin gerek Batı gerekse uluslararası sistem açısından ehemmiyet teşkil etmesinin ötesinde bu zirvenin; hem NATO’nun 2030 projeksiyonu […]

The post NATO Zirvesi: Doktriner Arayış Süreci ve Adı Konulamayan İlişkinin Tarafları appeared first on ANKASAM | Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi.

]]>
14 Haziran 2021 tarihinde Soğuk Savaş’ın ihtişamlı kurumsal güvenlik yapılanması Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (North Atlantic Treaty Organization-NATO) bünyesinde üye ülkelerin liderlerinin katılacağı önemli bir zirve gerçekleştirilecek. Örgütün sistematik olarak düzenli bir şekilde gerçekleştirdiği devlet ve hükümet başkanları zirvelerinin gerek Batı gerekse uluslararası sistem açısından ehemmiyet teşkil etmesinin ötesinde bu zirvenin; hem NATO’nun 2030 projeksiyonu hem de doğrudan ve dolaylı olarak NATO’yu ilgilendiren güvenlik sorunları, çatışma alanları, tehdit ve risklerdeki geometrik artıştan ötürü çok daha kritik bir gündemle toplanacağı beklenmektedir. Bu beklenti NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in video konferans yöntemiyle düzenlenen NATO Dışişleri Bakanları Toplantısı’nın ardından gazetecilere yaptığı açıklamayla daha da kuvvetli hale gelmiştir. Genel Sekreter yaptığı açıklamada NATO Dışişleri Bakanları Toplantısı’nda Afganistan, Rusya, Çin ve Belarus, NATO 2030 girişimi, harcamalar ve transatlantik ilişkiler gibi konuların ele alındığını söyleyerek liderler zirvesinin de odaklanacağı meseleleri deklare etmiştir.

Haziran ortasında gerçekleşecek zirvenin örgütün geleceği ve kurumsal sistematiği açısından önemiyle birlikte öne çıkan diğer bir husus ise üye ülkelerin gerek örgütle ilişkileri gerekse ikili ilişkilerinde mevcudiyeti söz konusu olan ve kronikleşme eğilimleri gösteren sorunlu meselelerdir. Dolayısıyla iki önemli sacayak üzerinden şekillenecek olan Haziran Zirvesi, hem örgütün geleceği hem de üyelerin ilişkileri ve örgüt içindeki gelecekleri açısından önemli bir dönüm noktası olabilir. Bu dönüm noktası Türkiye açısından da oldukça mühim bir eşiği ifade etmektedir.

Zirvenin Türkiye’yle ilgili boyutunu ele almadan önce örgütün kurumsal geleceğine ilişkin projeksiyonları ve mevcudiyetini meşrulaştıracak ideolojik ya da doktriner arayışlarına ilişkin saptamalar ve değerlendirmeler yapmak zaruri bir durumdur. Bilindiği üzere İkinci Dünya Savaşı sonra tesis edilen uluslararası sistemde güç, merkezden kanatlara doğru kaydı ve Doğu-Batı ekseninde iki küresel güç, uluslararası politikanın ana aktörü haline geldi. İki kutuplu olarak adlandırılan bu sistemdeki ayrışma ya da kamplaşmanın temelinde ideolojik farklılık yer almış olup kutup liderlerinin öncülüğünde her blok içerisinde ideolojik ya da doktriner temelleri sağlam olan yapılar ortaya çıktı.

Bu ortamda NATO, ideolojik anlamda komünist tehdide karşı Batılı değerler üzerine bina edildi ve Doğu Bloku’nun askeri yapılanması Varşova Paktı’na karşı demokratik Avrupa’nın korunmasını temel varoluş nedeni olarak kodladı. Yaklaşık 45 yıllık bir serüvenin sonunda küresel rekabetin kaybedeni Sovyetler Birliği yıkıldı ve buna bağlı bir şekilde Varşova Paktı dağılarak Doğu Bloku ortadan kalktı. Bu gelişme, kimilerine göre beklenen bir durum olarak izah edilse de başta Avrupalı devletler Batı dünyası açısından ani cereyan etti ve hem devletler hem de kurumsal organizasyonlar hazırlıksız bir şekilde yeni dünya ile karşılaştılar.

Tek kutuplu olarak adlandırılan ve ABD’nin başat aktörlüğü ve küresel liderliğinin kabul edildiği 1990’lı yılların uluslararası dinamikleri, uluslararası sistemin yapısı, aktörlerin pozisyonları her ne kadar NATO’nun varlığını tartışmaya açsa da örgütün lağvedilmesi söz konusu olmamıştır. Bu noktada belirtilmesi gereken en temel husus; NATO’nun varlık nedeni ortadan kalmasına rağmen varlığını devam ettirmesi önemli bir başarı olarak kaydedilmelidir. Başarı olarak tanımlanan bu sonucun nedeni ise ABD’nin küresel iktidarını oluşturan bütün sacayaklarının kıyas kabul görmeyecek derece güçlü olmasıyla birlikte ABD’ye ve ABD’nin küresel projeksiyonlarına yönelik Batı içinden veya dışından ciddi bir meydan okuma okumanın söz konusu olmamasıdır. Dolayısıyla her ne kadar varoluş nedeni ortadan kalksa ve ideolojik anlamda boşluğa düşse dahi NATO’nun varlığının arkasındaki temel aktörün söz konusu dönemdeki karşı konulamaz gücü ve başat konumundan ötürü örgüt yeni kavramlar ortaya atmak suretiyle meşruiyetini sağlamaya çalışmıştır. Ancak günümüz itibarıyla bir yandan uluslararası sistemde ciddi bir dönüşüm ve ABD’nin gücünün azalması diğer yandan ise NATO bünyesinde yer alan aktörlerin hem örgüt politikalarıyla hem de birbiriyle uyum sorunu yaşamaları, ciddi kırılma veya çözülme riski olarak ele alınmaya başlamıştır.

Bahse konu risk bağlamında 14 Haziran 2021 tarihinde gerçekleştirilecek olan devle ve hükümet başkanları zirvesinde 2023 projeksiyonu bağlamında NATO’nun doktrin sorununa ilişkin çözüm inisiyatifleri ve kimlik inşasının yeniden tesisine dair stratejilerin tartışmaya açılması kuvvetle muhtemeldir. Ortak tehdide karşı kurulan NATO’nun üyelerinin günümüzde tehdit algıları farklılaşmış olup Batı’nın Sovyetler Birliği ya da komünizm yerine koyabileceği gerçek bir öteki ise söz konusu değildir. ABD’nin liderliğine ve Batı’nın üstünlüğüne en büyük meydan okumayı gerçekleştiren Çin bile uluslararası ilişkiler bağlamında Batı’nın değerleriyle çatışmayan bir politika izlemektedir. Dolayısıyla ortak düşman, ortak tehdit ve ötekinin varlığından yoksun kalan örgütün ortak çıkar ve beklentiler merkezinde bir vizyon ortaya koyması gerekmektedir. Diğer bir ifadeyle NATO’nun geleceği için ortak bir kimlik ve kurumsal meşruiyeti sağlayacak bir doktrin ile ortak paydada buluşulması kaçınılmaz bir zorunluluktur.

Örgütün geleceğine dair yukarıda bahsedilen sorunlarla birlikte örgüt üyelerinin NATO’ya bakışı ve birbiriyle sorunlu ilişkileri de ayrı bir probleme işaret etmektedir. Genişleme stratejisiyle eski Doğu Bloku ülkelerinin örgüte dahil edilmesinin getirdiği problemlerin yanı sıra Almanya ve Fransa gibi Kıta Avrupası’nı domine edilebilecek devletler de NATO’yla ve ABD’yle farklı tercihlerde bulunmakta dahası sorunlar yaşamaktalar. Söz konusu bu sorunsal Türkiye’yi de ilgilendirmektedir. Son dönemde Türkiye-NATO ilişkilerinde karşılıklı soru işaretleri ve bazı sorunlar ciddi boyuta gelmiş olup ABD, Fransa ve Yunanistan gibi devletlerle de ikili ilişkiler gerilmiştir.

Gerilen ilişkilerin müttefiklik ruhuna uygun olarak revize edilmesi ve NATO-Türkiye ilişkilerinin sağlıklı bir boyuta taşınması hem Türkiye hem de NATO ve bahse konu devletler açısından önemli kazanımların elde edilmesi neticesini doğuracaktır. Gerek Batı gerekse Doğu ile ortak paydalara sahip ve her ikisinin bir parçası olan Türkiye’nin, küresel rekabet bağlamında kaybedilecek bir aktör olmadığı gerçeğinin altının çizilmesi gerekir. Bu iddia içi boş bir şovenizmle dile getirilen slogan olmayıp objektif bir bakış açısıyla stratejik akıl yürütmenin sonucunda ortaya konan bir tespittir.

Haziran’ın ortasında toplanacak zirvede en önemli sorunlu alanlar olarak Ukrayna ve Afganistan jeopolitiği ele alınacak olup Rusya ve Çin ile rekabete dair bir strateji oluşturulmaya çalışılacaktır. Tam da bu noktada Türkiye’nin önemi açık bir şekilde görülmektedir. Rusya ve Ukrayna ile ilişkileri ve Karadeniz jeopolitiğindeki pozisyonu ile Türkiye, NATO açısından kaybedilecek bir aktör değildir. Diğer önemli jeopolitik sorun alanı Afganistan’da ise Türkiye’nin gerek tarihi ve kültürel bağları gerekse imajı, politik ve askeri kapasitesi ve gücü üzerinden bir okuma yapıldığında Türkiye’siz bir NATO stratejisinin maliyetleri çok fazla olup başarı ihtimali de oldukça zayıf durmaktadır. Eğer NATO ve dolayısıyla ABD, Ukrayna ve Afganistan jeopolitiğinde kaybeden aktör olursa küresel rekabette Rusya ve özellikle de Çin’in elinin çok daha fazla güçlendiği bir uluslararası jeopolitik ortaya çıkacaktır. Dolayısıyla böylesi bir senaryonun söz konusu olması halinde ABD hegemonyası telafisi çok da mümkün olmayan bir yara alacaktır. Dahası Türkiye, Çin’in en önemli hamlesi olan “Kuşak-Yol Girişimi” bağlamında da merkezi öneme sahiptir. Kadim ticaret yollarının aktivasyonunda önemli bir lokasyon olan Türkiye, kara ve deniz yolları ve bunların güvenliğiyle istikrarı açısından kritik önemdedir.

Toparlamak gerekirse Türkiye hem ABD hem de NATO açısından Yükselen Asya’nın çatısı Afganistan’ın geleceği, Ortadoğu jeopolitiği, Ukrayna ve Karadeniz’deki gerilim, Rusya ve Çin ile rekabet olarak sıralanacak başlıkların her birisi için joker ülkedir. Bu nedenle NATO ve ABD’li karar alıcıların, pragmatizm ve rasyonaliteden uzak bir şekilde Türkiye’yle çatışan aktörleri bir seçenek olarak değerlendirmekten ziyade Türkiye ile ortak bir geleceğe dair güçlü projeksiyonları tesis etmeye yönelik bir irade koymaları akılcı bir seçenek olarak ortada durmaktadır. Aksi halde ilişkilerde telafisi mümkün olmayan bir şekilde gerileme riskiyle beraber yükselen Asya’nın geleceğinde Batı’nın yer alması ihtimali de oldukça zayıflayacaktır.

 

 

 

 

The post NATO Zirvesi: Doktriner Arayış Süreci ve Adı Konulamayan İlişkinin Tarafları appeared first on ANKASAM | Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi.

]]>
Kritik Ziyaret: Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi Türkiye’ye Geliyor https://www.ankasam.org/kritik-ziyaret-cin-disisleri-bakani-wang-yi-turkiyeye-geliyor/ Tue, 23 Mar 2021 13:51:48 +0000 https://www.ankasam.org/?p=26137 türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi’nin 25 Mart 2021 tarihinde Türkiye’ye bir ziyarette bulunacağını açıklamıştır. Ziyaret kapsamında ikili ilişkilerin, bölgesel meselelerin ve Avrasya’yı ilgilendiren konuların yanı sıra Covid-19’la mücadelenin de ele alınacağı belirtilmiştir. Çin Dışişleri Bakanı’nın Türkiye’ye yapacağı bu ziyaretin, 18-19 Mart 2021 tarihlerinde ABD’li temsilcilerle bir araya geldikten hemen sonra […]

The post Kritik Ziyaret: Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi Türkiye’ye Geliyor appeared first on ANKASAM | Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi.

]]>
türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi’nin 25 Mart 2021 tarihinde Türkiye’ye bir ziyarette bulunacağını açıklamıştır. Ziyaret kapsamında ikili ilişkilerin, bölgesel meselelerin ve Avrasya’yı ilgilendiren konuların yanı sıra Covid-19’la mücadelenin de ele alınacağı belirtilmiştir. Çin Dışişleri Bakanı’nın Türkiye’ye yapacağı bu ziyaretin, 18-19 Mart 2021 tarihlerinde ABD’li temsilcilerle bir araya geldikten hemen sonra gerçekleşecek olması ise dikkat çekicidir.

Bu kapsamda Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi (ANKASAM), Wang Yi’nin Türkiye ziyaretinin ne anlama geldiğini ve iki ülke arasındaki ilişkilere yansımalarını değerlendirmek üzere alanının önde gelen uzman ve akademisyenlerinden alınan görüşleri dikkatlerinize sunmaktadır.

Cenk TAMER (ANKASAM Asya-Pasifik Uzmanı)

Ziyaretin farklı şekillerde okunabileceğini belirten ANKASAM Asya-Pasifik Uzmanı Cenk Tamer, “Her şeyden önce bu ziyaretin, ABD ile Çin arasındaki rekabetin yansıması olarak yorumlanabileceğini düşünüyorum. Zira bu ziyaret, Türkiye’nin Asya-Pasifik’teki önemli aktör rolünü teyit etmiştir. ABD’nin insan hakları ve demokrasi söylemleri üzerinden Çin’e karşı başlattığı küresel savaşın etkileri tüm dünyaya yayılmaktadır. Özellikle de İngiltere, ABD, Kanada ve Avustralya’yı içerisine alan Anglosakson Dünyası, Çin’i ‘soykırım’ iddiaları üzerinden vurmaya başlamıştır. Bu yüzden Pekin de bu kampanyanın dünyanın geri kalanına yayılacağı endişesini taşımaktadır. Dolayısıyla Wang Yi’nin Türkiye ziyareti de bu bağlamda ele alınabilir.” yorumunu yaptı.

Sözlerinin devamında Tamer, “Zira ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın son Japonya ve Güney Kore ziyaretleri, Çin’in ‘çevrelenme’ korkularını daha da artırmıştır. Pekin, insan hakları üzerinden yöneltilen eleştirileri ülkenin toprak bütünlüğü, egemenliği ve genel anlamda ulusal güvenliği açısından hayati önemde görmektedir. Diğer taraftan Çin’in dünyaya açılan ekonomik koridorlarının önemli bir kısmı da Sincan ve Tibet gibi özerk bölgeler üzerinden geçmektedir. Kısacası Çin, ulusal güvenliğine yönelik bu küresel tehdidi aşmak için proaktif diplomasiye yönelmiştir ve bu konudaki ilk durağı da Türkiye’dir.” dedi.

Wang Yi’nin ziyareti bağlamındaki ikinci önemli meselenin Çin’in Kuşak-Yol Projesi kapsamında hayata geçirdiği projeler ve bu konuda Türkiye’yle yapılan işbirliği olduğunu belirten Tamer, “Türkiye, Çin’in Avrupa’ya uzanan ekonomi koridorlarında stratejik bir rol üstlenmektedir. Çin, Tarihi İpek Yolu’nun canlandırılmasında Kazakistan, Hazar Denizi, Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye’nin yer aldığı Orta Koridor’a büyük önem vermektedir. Geçtiğimiz hafta Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da Çin’in Hazar geçişli Orta Koridor’un önemine ve bu anlamda Türkiye’yle yapmış olduğu işbirliğine dikkat çekmiştir. Ayrıca 2020 yılının Aralık ayında Türkiye’nin bu hat üzerinden Çin’e ulaştırdığı ilk ihracat treni, Kuşak-Yol Projesi ekonomi koridorlarında Türkiye-Çin işbirliğinin önemli bir başarısı olarak kaydedilmiştir.” ifadelerini kullandı.

Diğer taraftan Türkiye’yi Çin’e bağlayacak güney güzergâhının da giderek daha fazla önem kazandığını söyleyen Tamer, “Bu bağlamda son dönemde İstanbul-Tahran-İslamabad Demiryolu Hattı Projesi’ne de hız verilmiştir. Çin, Pakistan’la olan ekonomi koridorundan İran’a ve oradan Türkiye’ye ulaşmayı hedeflemektedir. Bu noktada Pekin’in Pakistan, İran, Irak ve Suriye üzerinden Akdeniz’e ulaşma hedefi de devam etmektedir. Ancak hem Pakistan’daki altyapı ve yatırımlar konusunda yaşanan zorluklar hem de Irak ve Suriye’deki istikrarsızlığın devam etmesi, Çin’i alternatif rotalara yönlendirmiştir. Bu anlamda Pekin, Hazar geçişli Orta Koridor’a ve güney güzergâhında da Pakistan-İran-Türkiye hattına ağırlık vermiştir.” dedi.

Son olarak, genel bir değerlendirme yapan Tamer, “Türkiye’nin, Çin’in ekonomik projelerindeki stratejik önemi giderek artmaktadır. Wang Yi’nin Türkiye ziyareti de bunun en önemli yansımasıdır. Çin, Kuşak-Yol Projesi bağlamında Akdeniz, Asya ve Avrasya’da yürüttüğü projelerde Türkiye’ye ağırlık vermeye başlamıştır. Bunu fırsat bilen Türkiye de Çin’in ekonomik gücünü de yanına alarak Avrasya’daki güç boşluğunu doldurmak için harekete geçmiştir. Türkiye, artık yalnızca Akdeniz, Kafkasya ve Orta Asya’da değil; geniş anlamda Avrasya coğrafyasında ‘stratejik bir aktör” olarak yer almaya başlamıştır.” diyerek açıklamalarını sonlandırdı.

Dr. Öğr. Üyesi Ümit ALPEREN (Süleyman Demirel Üniversitesi-Uluslararası İlişkiler)

Dr. Öğr. Üyesi Ümit Alperen, 15 Temmuz 2016 tarihli darbe girişiminin ardından Türkiye-Çin ilişkilerinin her alanda geliştiğini ifade ederek “Uzun süredir Çin’den Türkiye’ye üst düzey bir ziyaret gerçekleşmemişti. Ancak bunun sebebi ekonomik ya da siyasal değil; Covid-19 salgınının da etkisiyle yüz yüze görüşmelerin sekteye uğramasıdır. Türkiye, Çin’in Kuşak-Yol Projesi’ni önemsemektedir. Bilindiği gibi, İkinci Dağlık Karabağ Savaşı’nın ardından, bölgede birtakım ulaşım koridorlarının açılması konuşulmuştur. Söz konusu koridorların açılması, İran’ı saf dışı bırakmaktadır. Koridorla birlikte Türkiye’nin Azerbaycan üzerinden Orta Asya’ya ve dolayısıyla oradan da Çin’e ulaşabilecek imkânlara kavuşması İran’ı rahatsız etmiştir. Çünkü Tahran yönetimi, Ankara’nın Orta Asya’ya ticaretinde sık sık pürüz çıkarmaktaydı. Dolayısıyla İkinci Dağlık Karabağ Savaşı’nın ardından Orta Asya’ya açılacak ulaşım koridorlarının güçlenmesi; Türkiye’nin bölgedeki etkisinin artması, Ankara-Pekin ilişkilerinin yoğunlaşması ve Pekin’in gözünde Ankara’nın öneminin artması anlamlarına gelmektedir.” dedi.

Türkiye’nin Orta Asya’daki nüfuzunun ekonomik açıdan artmasının Çin tarafından ilgiyle takip edildiğini vurgulayan Alperen, “Geçtiğimiz günlerde Çavuşoğlu; Özbekistan, Kırgızistan ve Türkmenistan’a ziyarette bulunmuştur. Bununla birlikte Ankara, Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (EİT) kapsamında Türkiye, İran ve Pakistan arasındaki ilişkilerin güçlendirilmesi, ticari ilişkilerin artırılması ve bu ülkeler arasında bir ulaşım yolunun tesis edilmesi gerektiğini belirtmiştir. Bu çok önemlidir. Çünkü bu hat üzerinden Pakistan’a ulaşacak olan Türkiye, Çin’in Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nin güneyinden ülkeye ticari açıdan ulaşma imkânını da elde edecektir. Hatlar, Çin’le işbirliği kurularak açılırsa, Kuşak-Yol Projesi’nin daha etkin çalışması da sağlanmış olacaktır.” yorumunu yaptı.

Görüşmelerde masaya yatırılacak bir diğer önemli konunun da aşı meselesi olduğunu hatırlatan Alperen, “Ankara, aşı teminini Pekin’den sağlamaktadır. Dolayısıyla aşı meselesi, ziyaretin en önemli gündem maddesi olacaktır. Bununla birlikte basında fazla yer almasa da Türkiye’nin Trakya’da kurmayı planladığı ikinci nükleer santralinin yatırımcıları arasında Çin’in de yer alacağı öne sürülmektedir. Henüz başlangıç aşamasında olsa da bahsi geçen mesele de istişare edilebilir.” açıklamasında bulundu.

Ferhan ORAL (Emekli Deniz Albay)

Emekli Deniz Albay Ferhan Oral, Wang Yi’nin Türkiye ziyaretinden önce ABD’li temsilcilerle görüşmesine ilişkin yaptığı açıklamada, “Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü’ne Wang Yi’nin 18-19 Mart 2021 tarihlerinde ABD’ye yapacağı ziyaretin sebebi ve görüşülecek konular sorulmuştur. Verdiği cevapta Bakanlık Sözcüsü, davetin ABD tarafından yapıldığını, ABD-Çin ilişkilerine yönelik kendi tavırlarının net olduğunu, ABD’nin Soğuk Savaş dönemi ve sıfır toplamlı oyun zihniyetini terk etmesi gerektiğini ve Çin’in egemenlik ve güvenliğine saygı gösterilmesi gerektiğini beyan etmiştir.” dedi.

Oral, “Wang Yi’nin ABD ziyareti, ABD Eski Başkanı Donald Trump dönemindeki diğer konuların yanı sıra özellikle Covid-19 salgını nedeniyle Trump’ın Çin’e yaptığı suçlamalar sonrasında Biden’ın durumu düzeltme ve ilişkileri yumuşatma çabası olarak değerlendirilebilir. Nitekim söz konusu açıklamadan da anlaşılacağı üzere, ziyaretin temel çerçevesini Çin’in rahatsızlık duyduğu iç meselelere karşılıklı olarak karışmama konusu ve bu kapsamda ABD’nin son dönemde sıklıkla dile getirdiği Uygur Meselesi oluşturacaktır.” yorumunu yaptı.

Washington-Pekin hattındaki ilişkilerin jeopolitik boyutuna da değinen Oral, sözlerine “Blinken’ın 3 Mart 2021 tarihinde açıkladığı dış politika stratejik vizyonunda Çin, ABD’nin karşı karşıya kaldığı en önemli rakip olarak nitelendirilmiş ve Asya-Pasifik’te bu rekabetin jeopolitik mücadele alanı olarak tanımlanmıştır. Şüphesiz ABD’nin ‘mümkün olduğunca işbirliği yapacaklarını ve gerektiği takdirde de rekabet edeceklerini’ bildirmesi, ziyarete ilişkin verilen bir ön sinyal olarak yorumlanabilir.” diyerek devam etti.

ABD ziyaretinin hemen akabinde Wang Yi’nin Türkiye’ye gelecek olmasının “manidar” olduğunu ifade eden Oral, “Ziyaretin en önemli nedenini ekonomik konuların oluşturacağı düşüncesindeyim. Çünkü 3 Mayıs 2021 tarihinde ABD’de görülecek Halkbank Davası sonrası Türkiye’ye verileceği ve 10 milyar doları bulabileceği tahmin edilen para cezası ve bunun Türk ekonomisine yansımaları, Uluslararası Para Fonu’ndan (IMF) borç almak istemeyen Türkiye’ye, Çin’le ekonomik alanda daha yoğun işbirliğinin önünü açabilir. Dolayısıyla görüşme her ne kadar dışişleri bakanları arasında yapılacak olsa da bunun Pekin yönetimine iletilecek bir mesaj olabileceğini düşünüyorum.” şeklinde konuştu.

Son olarak Oral, “Çavuşoğlu, masaya yatırılacak konu başlıklarını ikili ilişkiler, Avrasya’yı ilgilendiren konular, bölgesel meseleler ve Covid-19’la mücadele olarak açıklamıştır. Bu kapsamda Çin’den sipariş edilip henüz gönderilmeyen Sinovac aşılarının durumunun ele alınacağını düşünmekteyim. Ayrıca her ne kadar açıklanan görüşme başlıkları arasında yer almasa da yıl sonuna doğru hizmete girecek olan TCD ANADOLU havuzlu çıkarma gemimiz (LHD) için alternatif olmaktan çıkan F-35’ler yerine, Rus alternatifinin yanı sıra bir başka seçenek olarak görülen dikey iniş-kalkış yapabilen Çin uçaklarının da gündeme gelmesi mümkündür.” diyerek açıklamalarını sonlandırdı.

Ahmet Bülent MERİÇ (Emekli Büyükelçi)

Emekli Büyükelçi Ahmet Bülent Meriç konuya dair yaptığı açıklamada, “Wang Yi’nin ABD ziyaretinin akabinde 25 Mart 2021 tarihinde Türkiye’ye geleceği açıklanmıştır. Çavuşoğlu’nun ifadesine göre, ziyaretin gündeminde ikili ilişkilerin yanı sıra Covid-19’la mücadele gibi küresel meseleler, her iki devletin bölgesel sorunları ve Avrasya’yı ilgilendiren konular bulunmaktadır.” dedi.

Çin Dışişleri Bakanı’nın Türkiye’ye gerçekleştireceği ziyaretin ABD’li temsilcilerle görüşmesinin hemen ardından gerçekleşeceğine dikkat çeken Meriç, “Ziyaretin, dünyanın farklı coğrafyalarında bulunan ve ilişkilerinde ciddi sıkıntılar yaşanan Batı İttifakı’nın söz konusu iki üyesini kapsayacak şekilde düzenlenmesiyle her iki tarafa da mesaj verilmek istendiği açıktır.” ifadelerini kullandı.

Wang Yi’nin Washington ziyaretinin rahat geçmeyeceğini düşündüğünü belirten Meriç, “Küresel ölçekte politikalar uygulayan bu iki devlet arasındaki sorunların giderek arttığı, ABD’nin Obama döneminden bu yana Çin’e karşı uyguladığı çevreleme politikasının son zamanlarda bir ‘Soğuk Savaş’ ortamına yol açtığı, Trump döneminde başlatılan ticaret savaşlarının ise önde gelen iki ekonomik güç arasındaki karşılıklı bağımlılığın simetrisini bozduğu görülmektedir. Nitekim Biden döneminde de söz konusu politikalara devam edileceğinin işareti verilmiştir. Zaten Beyaz Saray Sözcüsü Jen Psaki, Çin Dışişleri Bakanı’nın ziyareti sırasında Uygur Türklerine yönelik ‘soykırımı’ ele alacaklarını açıklamıştır. Buna Hong Kong Sorunu’nun, Tayvan Meselesi’nin ve Çin’in Doğu ve Güney Çin Denizlerindeki faaliyetlerinin de ekleneceği öngörülebilir.” yorumunu yaptı.

Meriç sözlerine, “Asıl sorun, oyunun artık sıfır toplamlı olmaktan çıkmış olmasıdır. Çin’in barışçıl yükselişi, ABD’nin küresel egemenliğini tehdit etmektedir. Şu an bir yarı-küresel güç olarak tanımlanabilecek Çin, bir yandan Kuşak-Yol Projesi; diğer taraftan da İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD tarafından oluşturulan uluslararası kuruluşlarda kontrolünü güçlendirerek ya da alternatif kuruluşlar yaratarak ABD gibi bir küresel güç olmayı hedeflemektedir. Bunun için yumuşak gücünü kullanmakta, silahlı kuvvetlerini geliştirmekte ve tarihi hak olarak gördüğü sorunlarda artık sesini çıkarmaktadır. Daha derine inildiğinde ise sorunun sürekli krizler yaşayan kapitalist serbest piyasa ekonomisi ile Çin’in temsil ettiği sosyalist serbest piyasa modeli arasında olduğu söylenebilir.” şeklinde devam etti.

Stratejik vizyonu canlanmış olan Çin’in zamanla emperyalist “Orta Krallık Mantığı”nı benimseyip benimsemeyeceğinin şu an bilinemeyeceğini öne süren Meriç, “Ankara açısından bilinen ve görülen Çin’in Batılı müttefiklerinden anlayış göremeyen ve bizzat kendi kader ortakları tarafından güney sınırlarında ve Doğu Akdeniz’de kuşatılan Türkiye’ye yardım elini uzattığıdır. Batı Dünyası’nda aşı savaşlarının yaşandığı Covid-19’la mücadele ortamında, Çin’in Türk toplumuna düzenli biçimde aşı tedarik etmesi, unutulamayacak bir dostluk göstergesidir.” ifadelerini kullandı.

Son olarak Meriç, “Bugün Türkiye ve Çin örnek teşkil edebilecek işbirliği sergilemektedir. Türkiye, Avrasya kuşağının Orta Koridor’u olarak belirtilen kısmının inşasında Çin’e yardımcı olmaktadır. Böylece her iki devletin de deniz yollarına bağımlılığını azaltacak olan Yeni İpek Yolu, Türkiye’yi en kısa yoldan Asya-Pasifik’in zengin pazarlarına ulaştıracaktır.” diyerek sözlerini sonlandırdı.

Gökhun GÖÇMEN (Gazeteci)

Gazeteci Gökhun Göçmen, Wang Yi’nin Türkiye ziyaretini önemli kılan birkaç nokta olduğunu belirterek “Bunlardan ilki, ziyaretin zamanlamasıdır. Zira ziyaret, Türkiye ile Çin arasındaki diplomatik ilişkilerin 50. yılına denk gelmektedir. Her iki ülke de ilişkilerin yarım yüzyıla denk geldiği bu tarihsel anda başta ekonomi olmak üzere birçok alanda yeni bir sayfa açmaya hazırlanmaktadır. Türkiye ile Çin arasında artan ticaret hacmi şimdiden demiryollarına yansımıştır. Üstelik ‘Yeniden Asya Açılımı’nı ilan eden Ankara’nın son dönemlerde Kuşak-Yol Projesi’nin sadece bir katılımcısı değil; aynı zamanda oyun kurucusu olmaya hazırlandığını da görmekteyiz. Bunun son örneğini Türkiye-İran-Pakistan Demiryolu Hattı oluşturmaktadır. Gelecek dönemde söz konusu demiryolu hattının Kuşak-Yol Projesi’yle ilişkilenmesi sürpriz olmayacaktır. Bununla birlikte geçtiğimiz hafta TBMM’de Çin’le ticareti daha da kolaylaştıracak bir kanun tasarısının hazırlanması da tarafların ticaret konusunda ne derece kararlı olduğunu yansıtmaktadır.” dedi.

Çin Dışişleri Bakanı’nın ziyaretinin zamanlamasını önemli kılan bir diğer hususun da salgınla mücadelenin kritik bir zamanına denk gelmesi olduğunu hatırlatan Göçmen, “Erdoğan, Çin’den 50 milyon doz aşının gelebileceğini belirtmiştir. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ve Çinli meslektaşı elbette bu sürecin nasıl işleyeceğini de masaya yatıracaklardır.” yorumunu yaptı.

Çin Dışişleri Bakanı’nın ABD temaslarının ardından Türkiye’ye gelecek olmasının da Pekin’in ziyarete ne derece önem verdiğinin göstergesi olduğunu vurgulayan Göçmen, “Nihayetinde gerek Türkiye gerekse de Çin farklı alanlarda ABD’yle derin uzlaşmazlıklar yaşayan ve birbirlerine ihtiyaç duyan iki ülkedir. Kısa vadede dünyanın en büyük ekonomik gücü olması ve orta vadede ise Washington’u teknolojik ve askeri alanda tahtından etmesi beklenen Çin’le kurulacak derin ilişki, Türkiye’ye ABD karşısında manevra alanı sağlayacaktır. Benzer bir şekilde Çin Dışişleri Bakanı da bölgesel oyun kurucu gücüne sahip, uluslararası ticaretin kavşak noktasında yer alan, Türk ve Müslüman Dünyası üzerinde hatırı sayılır bir saygınlığı bulunan Ankara’ya özel ilgi gösterecektir. Bu bağlamda Türkiye’nin son dönemde Türk ve Müslüman Dünyası üzerindeki nüfuzunu, ABD ve Çin arasındaki rekabetin parçası haline getirmemesi dikkat çekmektedir. Ziyaret sonrasında da Türkiye’de bu eğilimin muhafaza edileceğini düşünmekteyim.” diyerek açıklamalarını sonlandırdı.

The post Kritik Ziyaret: Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi Türkiye’ye Geliyor appeared first on ANKASAM | Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi.

]]>
100. Yılında Türkiye-Rusya İlişkileri https://www.ankasam.org/100-yilinda-turkiye-rusya-iliskileri/ Sat, 20 Mar 2021 14:00:25 +0000 https://www.ankasam.org/?p=26121 türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) ile Rusya Sovyet Federal Sosyalist Cumhuriyeti arasında 16 Mart 1921 tarihinde imzalanan Moskova Antlaşması’nın üzerinden 100 sene geçmiştir. Söz konusu antlaşma, Moskova’nın Ankara Hükümeti’ni tanımasına olanak sağlamış ve günümüze kadar sürecek bir dostluğun temellerini atmıştır. Üzerinden uzun yıllar geçse de değerini ve geçerliliğini yitirmeyen; aksine her geçen gün önemi artan […]

The post 100. Yılında Türkiye-Rusya İlişkileri appeared first on ANKASAM | Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi.

]]>
türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) ile Rusya Sovyet Federal Sosyalist Cumhuriyeti arasında 16 Mart 1921 tarihinde imzalanan Moskova Antlaşması’nın üzerinden 100 sene geçmiştir. Söz konusu antlaşma, Moskova’nın Ankara Hükümeti’ni tanımasına olanak sağlamış ve günümüze kadar sürecek bir dostluğun temellerini atmıştır. Üzerinden uzun yıllar geçse de değerini ve geçerliliğini yitirmeyen; aksine her geçen gün önemi artan Moskova Antlaşması, günümüzde Türk-Rus ilişkilerinin bir “kilometre taşı” olma özelliğini barındırmaktadır.

Bu kapsamda Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi (ANKASAM), Moskova Antlaşması’ndan bu yana geçen 100 yılda iki ülke arasında yaşananları ve günümüz Türk-Rus ilişkilerini değerlendirmek üzere alanının önde gelen uzman ve akademisyenlerinden alınan görüşleri dikkatlerinize sunmaktadır.

Dr. Öğr. Üyesi Emre OZAN (ANKASAM Türk Dış Politikası Danışmanı)

Konuya dair yaptığı açıklamada Dr. Öğr. Üyesi Emre Ozan, “1921 yılında imzalanan Moskova Antlaşması, Milli Mücadele’nin başarıya ulaşmasında diplomasinin de en az askeri zafer kadar belirleyici olduğunu gösteren bir antlaşmadır. Antlaşmayı, Mustafa Kemal Atatürk’ün başarılı diplomasisinin bir ürünü olarak görmek gerekmektedir. Atatürk’ün diplomasideki başarısı, sadece Milli Mücadele’de değil; Cumhuriyet’in ilanı sonrasında da kendisini göstermiştir. Osmanlı-Rus ilişkileri, tarih boyunca rekabete ve savaşlara sahne olsa da Atatürk döneminde Sovyetler Birliği’yle yakın bir işbirliğine gidilmesi, Türk dış politikasında önemli bir dönüm noktasıdır.” ifadelerini kullandı.

Soğuk Savaş döneminde iki ülke arasında yeniden düşmanlık ilişkilerinin hâkim olduğunu ve günümüzde de Türk-Rus ilişkilerinde iniş ve çıkışların yaşandığını hatırlatan Ozan, “Fakat her iki tarafın da birbirini düşman ya da rakip olarak gördüğü günler artık geride kalmıştır. Birçok uluslararası sorunda ortaklık ihtiyacı hissedilmektedir. Anlaşmazlık konuları halen önemli olsa da Türkiye ve Rusya son yıllarda tüm sorunlara rağmen ilişkileri belirli bir seviyede tutma becerisini göstermiştir. Bunu Türkiye için değerli bir kazanım olarak görmek gerekir.” diyerek açıklamalarını sonlandırdı.

Hasan KANBOLAT (Ankara Politikalar Merkezi Başkanı)Hasan Kanbolat

Moskova Antlaşması’nın iki devlet arasında var olan savaşları bitiren ve günümüze kadar süren istikrar dönemini başlatan bir yapıda olduğunu belirten Hasan Kanbolat, “Antlaşma son derece önemlidir. Karadeniz ve Doğu sınırlarımızın betimleyen bir antlaşmadır. Bu sayede Doğu sınırlarını güvenceye almış olan Türkiye, Batı’ya yönelmiş ve Kurtuluş Savaşı’nı başarıyla gerçekleştirmiştir. Bununla birlikte antlaşmanın imzalandığı tarih, henüz imparatorlukların tasfiyesinin tamamlanmadığı bir dönemdir. Dolayısıyla iki devletin birbirlerine güvenmeleri sonucunda antlaşma imzalanmıştır.” diye konuştu.

Moskova Antlaşması’nın iki ülke arasındaki işbirliğine zemin hazırladığını belirten Kanbolat, “Moskova Antlaşması’nın hemen ardından Kars Antlaşması imzalanmıştır. Bu durum, ikili işbirliğini daha da artırmıştır. Söz konusu antlaşma, sadece siyasi ve askeri açıdan değil; iki ülke arasındaki ticari ve sanayi boyutunun temellerini oluşturması bakımından da son derece değerlidir. Bu sebeple de Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu antlaşmalarındandır.” dedi.

Günümüz Türk-Rus ilişkilerine de değinen Kanbolat, “İki ülke arasında siyasi ve askeri ilişkilerin geliştiği görülmektedir. Ekonomik açıdan bakıldığında, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana en önemli ağır sanayi hamlelerinde Sovyetler Birliği’nin olduğu görülmektedir. Bu durum günümüzde de değişmemiştir. Akkuyu Nükleer Santrali’nin açılmasıyla birlikte Türkiye’nin en büyük projesinin Rusya’nın desteği ve sermayesiyle yapıldığı görülmektedir. Ancak iki ülke arasındaki 100 milyar dolarlık ticaret hacmi hedefinde, dengeler yine Rusya’dan yana olacaktır. Ayrıca son iki yıldır tarım ve hayvancılık alanında da Rusya’nın ihracatı Türk ihracatını geçmiş durumdadır. Dolayısıyla ticari ilişkilerin daha dengeli olması sadece Türkiye için değil; Rusya için de önemlidir.” diyerek açıklamalarını sonlandırdı.

Prof. Dr. Sait YILMAZ (Esenyurt Üniversitesi-Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler)

Prof. Dr. Sait Yılmaz konuyla ilgili yaptığı değerlendirmesinde, “Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkiler, özellikle de Astana Süreci’yle birlikte Suriye konusunda işbirliği ve yakınlaşma gösterse de genel olarak Moskova’nın çıkarları ve koyduğu sınırlar çerçevesinde şekillenmekte ve bu da ilişkilerde bazı sorunlara sebebiyet vermektedir. Örneğin Rusya’nın Suriye’de birtakım sınırları bulunmaktadır. Söz konusu sınırlar aşıldığı anda maalesef Türk birliklerine saldırıların gerçekleştiği görülmüştür. Libya’da da benzer bir senaryo yaşanmaktadır. Mevzubahis durum ise Ankara-Moskova münasebetlerinin karşılıklı çıkar ilişkisine dayalı olmadığını; yani çıkar farklılıklarının bulunduğunu ortaya koymaktadır.” açıklamasında bulundu.

Rusya’yla gerçek bir dostluk ilişkisi içerisinde olmadığımızı belirten Yılmaz, “Bunun en büyük sebebi bahsi geçen durumun Rus kültürüne aykırı olmasıdır. Ruslar, kendilerini Amerika Birleşik Devletleri’yle (ABD) birlikte bir hegemon güç gibi görmektedirler. Çünkü Ruslar, Türkler gibi duygusal değildir. Bu noktada Rusya’yı öne çıkaran en önemli özellik, ABD gibi dolaylı olarak değil; örneğin Kırım’ı ilhak etmek, Ukrayna’nın doğusunu işgal etmek gibi doğrudan saldırgan politikalar izlemesidir.” dedi.

Tüm bunlara rağmen son yıllarda Rusya’nın Batı tarafından çevrelenmesiyle ve özellikle de Ukrayna meselesinden dolayı kendisine uygulanan yaptırımlar sebebiyle köşeye sıkıştığını hatırlatan Yılmaz, “Bu köşeye sıkışmışlık nedeniyle Rusya, Türkiye’yle ilişkilerine önem vermeye başlamıştır. Bu davranışının sebebi ise gerek enerji hatlarındaki çıkarları gerekse de ekonomik açıdan Türkiye’yi iyi bir yatırım merkezi olarak görmesidir.” diyerek açıklamalarını tamamladı.

Halil AKINCI (Emekli Büyükelçi)

Emekli Büyükelçi Halil Akıncı, Rus Çarlığı’nın son dönemleriyle ilgili değerlendirmelerde bulunarak, “Rusya Çarlığı zamanında, iki devlet arasında sürekli savaş hali bulunmaktaydı. Rusya, toprak taleplerine ek olarak Sırbistan, Yunanistan, Romanya ve Bulgaristan gibi ülkelerin Osmanlı Devleti’nden bağımsızlıklarını kazanmasına yardım etmiştir. 1920’lere gelindiğinde ise iki ülkede kurulan yeni hükümetlerle birlikte, toprak meselesi gündemden düşmüştür. Üstelik Türkiye, 1878 yılında kaybettiği Kars ve Ardahan’ı geri almıştır. Bir diğer ifadeyle Türkiye, ilk defa toprak kazanmıştır. 1921 yılında imzalanan Moskova Antlaşması’yla ise sınırlar iki ülke arasında değişmez nitelik kazanmıştır. Aynı yılın Ekim ayında Kars Antlaşması’nın Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan’la imzalanması da bu durumu pekiştirmiştir.” dedi.

100 yıl önce imzalanan Moskova Antlaşması’yla birlikte Türkiye-Rusya ilişkilerinin geliştiğini vurgulayan Akıncı, “Antlaşma’nın ilk yansıması 1925 yılında imzalanan Türkiye-Rusya Dostluk Antlaşması olmuştur. 1930’lu yıllardaysa, Türkiye’de Ruslar tarafından tekstil sanayi kurulmuş, ilk sanayileşme planı da yine Rusya’nın desteğiyle yapılmıştır. Ancak 1945 yılına gelindiğinde bu antlaşmanın süresi uzatılmamış ve tüm dünyada olduğu gibi iki ülke arasında da Soğuk Savaş başlamıştır. Bununla birlikte Sovyetler Birliği; Boğazlar, Kars ve Ardahan üzerinden hak talep etmiştir.” yorumunu yaptı.

Akıncı, “Soğuk Savaş, 1954 yılına kadar Ankara-Moskova ilişkilerine tüm şiddetiyle yansımıştır. Fakat Josef Stalin’in ölümünden sonra, Sovyetler Birliği’nin toprak ve Boğazlar üzerindeki hak taleplerini geri çekmesi, ilişkilerde bir yumuşama yaşanmasının temeli olmuştur. Bu yumuşama, dönemin Başbakanı Adnan Menderes’in 1960 yılının Temmuz ayında Rusya’yı ziyaret edeceğini açıklamasıyla sonuçlanmıştır. İlginç bir şekilde araya 1960 Darbesi’nin girmesi, 1965 yılına kadar Türk-Rus ilişkilerini tekrar dondurmuştur.” açıklamasında bulundu.

Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’in 1967 yılındaki Rusya ziyaretiyle, Türkiye’deki ağır sanayi hamlesine Moskova’nın katkısının tekrar ağırlık kazandığını hatırlatan Akıncı, “Batılı devletlerin Türkiye’de kurmak istemediği; hatta kurulmasını önlediği alüminyum sanayi, petrol rafinerileri ve demir-çelik tesisleri Rusya’nın verdiği krediyle, karşılığının Türk mallarıyla ödenmesi koşuluyla kurulmuştur. Dolayısıyla 1960’lı yıllarda Soğuk Savaş’ın karamsarlığı atlatılmış ve Türkiye’nin sanayileşmesine en çok katkıda bulunan ülke olarak tekrar Sovyetler Birliği ön plana çıkmıştır. 1980’lere gelindiğinde ilişkiler yeni bir ekonomik boyut kazanmış, bunun da en önemli etkeninin aldığımız doğalgaz bedelinin %70’inin mal ve hizmet olarak ödenmesi olduğu görülmüştür. Bu sayede Türk müteahhitleri Sovyet pazarına girmiştir. Bunu diğer alanlarda atılan adımlar izlemiş ve iki ülke arasındaki ekonomik ilişkiler gelişmiştir.” dedi.

Akıncı, “1991 yılında, henüz Sovyetler Birliği resmi olarak dağılmadan önce, Rusların 1945 yılında süresini uzatmadığı Dostluk Antlaşması da yeniden imzalanmıştır. İmzalanan antlaşmanın 16. maddesi çok önemlidir. Söz konusu madde, ‘Sovyetler Birliği, Sovyet Cumhuriyetlerinin Türkiye’yle olan ilişkilerini teşvik eder’ şeklindedir. Bu durum, iki ülke arasındaki güven duygusunun üst seviyede olduğunu göstermektedir. Bahse konu olan antlaşma, 1992 yılında; yani Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra, Rusya Federasyonu’yla yeniden imzalanmış ve 16. maddenin genel çerçevesi korunmuştur.” açıklamasında bulundu.

Gelinen noktada antlaşmaların ve buna bağlı olarak ilişkilerin “zikzaklı” bir seyir izlediğini ifade eden Akıncı, “Taraflar anlaşmaya varılamayan konuları pas geçerek bu ilişkileri sürdürmüş, anlaşılan konular üzerinden de ilişkileri geliştirmiştir. Nitekim bu yaklaşım, iki ülke arasında derin sürtüşmeleri önlemiştir. İlişkiler, bu pragmatik yaklaşımla devam edecektir.” yorumunu yaptı.

Son olarak Akıncı, “Tüm bunlar değerlendirildiğinde, bir yandan çekişmeli; diğer taraftan da uyum içinde gelişen ilişkilerin varlığı görülmektedir. Türkiye, Rusya’yla olan münasebetleri vesilesiyle Batı’yla olan ilişkilerini dengelemeye; Rusya da Türkiye’yi mümkün olduğu kadar Batı’dan uzaklaştırmaya gayret etmektedir. Ancak gelinen noktada, ilişkilerin tonu ve kapsamı üzerindeki belirleyici unsurun Moskova’nın tavrı olduğunu da unutmamak gerekir.” diyerek açıklamalarını sonlandırdı.

Cenk BAŞLAMIŞ (Gazeteci)

Gazeteci Cenk Başlamış, “16 Mart 1921 tarihinde imzalanan Moskova Antlaşması’nın yıldönümü, ‘Türk-Rus ilişkilerinin 100. Yılı’ olarak Türkiye ile Rusya arasında kutlanmıştır. Türkiye’nin günümüzdeki sınırlarını belirleyen bu antlaşma, tarihi önem taşımaktadır; ancak iki ülke arasındaki diplomatik ilişkilerin geçmişi 1490’lara kadar uzanmaktadır. 524 yıl önce başlayan ilişkiler, savaş dönemlerinden dostane ilişkilere kadar farklı süreçlerden geçmiştir. Türk-Rus savaşları, 1568-1918 tarihleri arasındaki 350 yıl içerisinde önemli bir zaman dilimini içermektedir. Zira iki imparatorluk, tam 69 yılı savaş durumunda geçirmiş ve kaba bir hesapla her 25 yılda bir savaşmıştır.” dedi.

Türkiye ve Rusya’nın tarih boyunca birçok kez savaşmasının tesadüf olmadığını hatırlatan Başlamış, “Her iki ülke de aynı bölgede liderlik peşinde koşan hırslı ve iddialı ülkelerdir. Çelişkili gibi görünse de bu durum, iki ülkeyi tarih boyunca sık sık işbirliği yapmaya da zorlamıştır. Söz konusu durumu, ‘karşımda olacağına yanımda olsun’ taktiğiyle açıklamak mümkündür. İşte bu taktik, Türkiye ve Rusya’yı günümüzde de pek çok alanda, örneğin Suriye’de yakın çalışmaya itmektedir. Normal şartlarda Ankara da Moskova da rakibini Suriye sahasında görmek istemeyecektir. Ayrıca zorunlu işbirliğinin üçüncü ülkeleri ilgilendiren bir yönü de bulunmaktadır: İki taraf da karşılıklı ilişkilerini Batı’ya karşı koz olarak kullanma eğilimindedir.” şeklinde konuştu.

Son olarak Başlamış, “Medyada sıklıkla ‘Türk-Rus balayı’ ve ‘Türk-Rus stratejik ortaklığı’ gibi manşetlere şahit olmaktayız. Ancak Ankara-Moskova ilişkileri esas olarak pragmatizmin öne çıktığı ve çıkarların sık sık çatışması nedeniyle bozulma potansiyeli barındıran ilişkilerdir.”  diyerek sözlerini tamamladı.

The post 100. Yılında Türkiye-Rusya İlişkileri appeared first on ANKASAM | Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi.

]]>
Kış 2021 Tatbikatı ve Bölge İçin Önemi https://www.ankasam.org/kis-2021-tatbikati-ve-bolge-icin-onemi/ Fri, 19 Feb 2021 12:14:04 +0000 https://www.ankasam.org/?p=25791 Son yılların en büyük ve en kapsamlı tatbikatlarından biri olan “Kış 2021 Tatbikatı”; Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ile dost ve kardeş ülke Azerbaycan Silahlı Kuvvetleri’nin (ASK) katılımıyla 9. Kolordu Komutanlığı’nın sevk ve idaresinde, 14. Mekanize Piyade Tugay Komutanlığı’nca 1-12 Şubat 2021 tarihlerinde Kars’ta icra edilmiştir. Tatbikatın “Seçkin Gözlemci Günü’ne”, Türkiye Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar ve […]

The post Kış 2021 Tatbikatı ve Bölge İçin Önemi appeared first on ANKASAM | Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi.

]]>
Son yılların en büyük ve en kapsamlı tatbikatlarından biri olan “Kış 2021 Tatbikatı”; Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ile dost ve kardeş ülke Azerbaycan Silahlı Kuvvetleri’nin (ASK) katılımıyla 9. Kolordu Komutanlığı’nın sevk ve idaresinde, 14. Mekanize Piyade Tugay Komutanlığı’nca 1-12 Şubat 2021 tarihlerinde Kars’ta icra edilmiştir. Tatbikatın “Seçkin Gözlemci Günü’ne”, Türkiye Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar ve Azerbaycan Savunma Bakanı Zakir Hasanov başta olmak üzere, iki ülkenin kuvvet komutanları ve ilgili devletlerin çok sayıda üst düzey askeri personeli katılmıştır. Böylece Türkiye ve Azerbaycan hem birlik ve beraberlik mesajı vermiş hem de bir güç gösterisi yapmıştır.

F-16 savaş uçaklarının, İHA/SİHA’ların, helikopterlerin, tankların, zırhlı araçların, top ve silahların kullanıldığı tatbikatta çok sayıda askeri personel, açıkça bir millet iki devlet anlayışının askeri alanda da uygulamaya konulduğunu gözler önüne sermiştir. Her ne kadar çok önceden planlanmış olsa da söz konusu tatbikat, son dönemde Kafkasya’da meydana gelen gelişmeler çerçevesinde çok daha büyük bir anlam kazanmıştır.

Uzun yıllardan beri yapılmakta olan bu tatbikat, 2019 yılında yaklaşık 30 ülkeden katılımcıya ev sahipliği yapmışsa da bu yıl dünya genelinde etkili olan Covid-19 salgınından ötürü sadece Azerbaycan’ın katılımıyla gerçekleşmiştir. Söz konusu tatbikatın Dağlık Karabağ’ın büyük bölümünün gerçek sahibine kavuşmasının hemen akabinde yapılması ise dünyaya ve bölge ülkelerine verilen çok önemli bir mesaj olmuştur. Tatbikatın “Seçkin Gözlemci Günü’ne” katılan her iki ülkenin ilgili bakanlarının yaptıkları konuşmalarda vurguladıkları hususlar da bu durumu net bir şekilde ortaya koymuştur.

Tatbikatta Türk ve Azerbaycan askerlerinin ve silahlarının büyük uyum içerisinde görev yapması, iki ülkenin ordularının birlikte çalışabilirliğini göstermesi ve askeri anlamda aynı dili konuşabilmesi açısından büyük bir önem taşımaktadır. Çünkü 1990’lı yıllardan beri Türkiye’deki askeri okullarda Azerbaycanlı askerlerin yetişmesinin, Azerbaycan’daki askeri okullarda TSK’dan danışmanların görev almasının, tarafların uzun bir süredir ortak tatbikatlar yapmasının ve Azerbaycan Ordusu’nun yeniden yapılanmasında Türk askerlerinin sorumluluk almasının olumlu etkileri görülmüş ve bu tatbikat, iki ülke askerinin uyum içerisinde operasyon yapabileceğini ortaya koymuştur. Nitekim tatbikata ilişkin basın mensuplarına bilgilendirme yapan Albay Şafak Oğuz yoğun kar ve şiddetli soğuklarda muharebe yapılabilmesi hususunda taktik usuller ve teçhizat konularında bilgi paylaşımında bulunulduğuna işaret ederek iki ülke arasındaki işbirliğine vurgu yapmıştır.[1]

Bu anlamda tatbikat, Türkiye ile Azerbaycan arasındaki ilişkilerin her geçen gün daha da derinleşeceğinin ve işbirliğinin çeşitli alanlarda da devam edeceğinin ispatı ve dünyaya ilanı olmuştur.

Tatbikatın bir diğer önemi ise Türk tarihinde çok önemli bir yere sahip olan Erzurum’daki 9. Kolordu Komutanlığı tarafından icra edilmesidir. Halen Gürcistan ve Ermenistan sınırının tamamında, İran sınırının ise önemli bir bölümünde güvenliği sağlamakla görevli olan 9. Kolordu Komutanlığı gerek Osmanlı İmparatorluğu gerekse de Kurtuluş Savaşı döneminde başta Doğu Anadolu’da olmak üzere farklı vatan topraklarında önemli başarılar elde etmiş ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana doğu sınırlarımızın güvenliğini sağlamada kritik bir rol oynamıştır. Kafkasya ve Ortadoğu’da son dönemlerde yaşanan gelişmeler göz önüne alındığında, bahse konu olan tatbikatın başarısı, 9. Kolordu’nun önemini bir kere daha gözler önüne sermiştir.


[1] “TSK’dan 66’sı Azerbaycan Silahlı Kuvvetlerinden 1268 Kişilik Personel ile Kış Tatbikatı”, DHA, https://www.dha.com.tr/yurt/tskdan-66si-azerbaycan-silahli-kuvvetlerinden-1268-kisilik-personel-ile-kis-tatbikati/haber-1810959, (Erişim Tarihi: 19.02.2021).

The post Kış 2021 Tatbikatı ve Bölge İçin Önemi appeared first on ANKASAM | Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi.

]]>
Türkiye-ABD İlişkilerinde Senatörlerin Mektup Hamlesi https://www.ankasam.org/turkiye-abd-iliskilerinde-senatorlerin-mektup-hamlesi/ Sat, 13 Feb 2021 16:14:06 +0000 https://www.ankasam.org/?p=25747 3 Kasım 2020 tarihinde yapılan ve sonuçlarına ilişkin ciddi şaibe iddialarının ortaya atıldığı seçimler sonucunda 20 Ocak 2021 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) 59. Başkanı olarak koltuğa oturan Joe Biden, henüz Beyaz Saray’a alışma evresindeyken; Türkiye’yle ilgili önemli bir çağrının muhatabı olmuştur. Söz konusu çağrı, ABD Senatosu’nun hem Demokrat hem de Cumhuriyetçi üyelerinin içerisinde yer […]

The post Türkiye-ABD İlişkilerinde Senatörlerin Mektup Hamlesi appeared first on ANKASAM | Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi.

]]>
3 Kasım 2020 tarihinde yapılan ve sonuçlarına ilişkin ciddi şaibe iddialarının ortaya atıldığı seçimler sonucunda 20 Ocak 2021 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) 59. Başkanı olarak koltuğa oturan Joe Biden, henüz Beyaz Saray’a alışma evresindeyken; Türkiye’yle ilgili önemli bir çağrının muhatabı olmuştur. Söz konusu çağrı, ABD Senatosu’nun hem Demokrat hem de Cumhuriyetçi üyelerinin içerisinde yer aldığı 54 senatörün imzasını taşıyan ve Türkiye karşıtı bir şekilde kaleme alınan mektuptur.

9 Şubat 2021 tarihli mektupta Biden’ın başkan adaylığı sürecinde kullandığı “ABD’nin içinde yer aldığı ittifakların güçlendirilmesi ve dünyada gittikçe yükselen otoriterleşme dalgasına karşı demokrasinin teşvik edilmesi” ifadelerine vurgu yapılarak; Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’yi otoriter bir rejime sürüklediği, insan hakları ve demokrasiden uzaklaşıldığı, dış politikada kavgacı ve ABD’nin müttefikleriyle çatışmacı bir pozisyon aldığı şeklinde ağır suçlamalar yer almıştır. Bu suçlamaların ardından Türkiye’nin dünyanın kritik bir bölgesinde önemli bir müttefik olmaya devam ettiğini belirten senatörler, “ABD’nin müttefikleri ve ortaklarına yönelik daha yüksek standartları gözetmesi ve onlarla insan hakları ve demokratik gerileme konularında açıkça konuşması gerektiğine inanıyoruz. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ve yönetimine Türkiye içinde ve dışındaki muhalefete yönelik baskıyı derhal sonlandırması, siyasi suçluların serbest bırakılması ve otoriter rotanın değişmesi gerektiğini vurgulamanız çağrısında bulunuyoruz” ifadelerini kullanmışlardır.

Mevzubahis mektubun ardından ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan Ankara’yı rahatsız edici iki açıklama gelmesi ise oldukça manidar bir durum olarak değerlendirilmiştir. Bu açıklamalardan bir tanesi rektör atamasıyla gündemde olan Boğaziçi Üniversitesi’ndeki protestolarla ilgiyken; diğerinin konusu ise Osman Kavala ve Henri Barkey’le alakalıdır. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ned Price, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki protestolarla ilgili olarak “Öğrencilerin ve diğer protestocuların gözaltına alınmasından endişe duyuyoruz ve gösteriler bağlamında kullanılan lezbiyen, gay, biseksüel, tras ve interseks (LGBTİ+) karşıtı söylemi güçlü bir şekilde kınıyoruz. ABD insan haklarının korunmasına öncelik vermekte ve temel demokratik özgürlükleri için mücadele edenlerle omuz omuza durmaktadır” ifadelerini kullanmıştır. Osman Kavala ve Henri Barkey konusunda ise Price, bahsi geçen şahıslar hakkında açılan davaların sonlandırılması ve Osman Kavala’nın serbest bırakılması çağrısında bulunmuştur.

Türk kamuoyunu ve karar alıcıları rahatsız eden mektup hamlesi ve bununla ilintili bir hadise olan Dışişleri Bakanlığı’nın açıklamaları, Washington’un gündelik politik meselelere yönelik bir fikir beyanında bulunmasının çok daha ötesinde bir anlam taşımaktadır. Gerek mektubu gerekse de ilgili açıklamaları değerlendirmeden önce, Türkiye-ABD ilişkilerinin son döneminin seyir grafiğinin ana hatlarıyla incelenmesi gerekir. 11 Eylül 2001 tarihli terör saldırıları sonrasında dönemin ABD Başkanı George W. Bush’un uluslararası terörizmle mücadele ve önleyici güvenlik stratejisi bağlamında 2003 yılında Irak’a yapılacak saldırı öncesinde Türkiye’yle yaşanan “tezkere krizi”, sürecin devamında iki devlet arasındaki ilişkilerin sorunlu ve güvensiz bir şekilde yürütülmesini beraberinde getirmiştir.

Bahse konu hadiseden önce de iki devlet arasında birtakım krizler yaşanmışsa da hem uluslararası konjonktür ve sistemin yapısı hem de devletlerin politika tercihleri bir şekilde yumuşamayı ve müttefiklik ruhuna sadakati beraberinde getirmiştir. Ancak Cumhuriyetçi Başkan Bush dönemiyle başlayan ve özellikle de bir sonraki Demokrat Başkan Barak Obama’yla devam eden süreçte, ABD’nin bölgede geleneksel müttefiklerine mesafe koyması ve yeni müttefiklerle ilişki tesisi, ikili münasebetlerde onarılması mümkün olmayan yaralar açmaya başlamıştır. Günümüzde de hala devam eden ve PKK/PYD/YPG gibi terör örgütlerini bölgesel müttefik olarak kodlayan Beyaz Saray zihniyeti bir yandan Ankara’da güven sorununa sebebiyet teşkil ederken; diğer yandan da Türkiye’nin milli güvenlik kaygılarının en üst seviyeye ulaşması sonucunu doğurmuştur. Buna ek olarak Amerikan yönetiminin Kuzey Afrika’dan Afganistan’a kadar uzanan coğrafyanın siyasi haritasını değiştirme projesi de Ankara için başta güvenlik merkezli olmak üzere dış politikada farklı tercihleri değerlendirmenin gerekliliğini ortaya koymuştur. Ayrıca Suriye, Libya ve Doğu Akdeniz jeopolitikleri başta olmak üzere bölgesel ve küresel meselelerdeki farklı çıkar ve tehdit algılamaları, iki ülke arasındaki iplerin iyice gerilmesini beraberinde getirmiştir.

Yukarıda ana hatlarıyla ifade edilen kriz sürecinin bir diğer halkasını ise ABD’nin 58. Başkanı Cumhuriyetçi Donald Trump dönemi oluşturmaktadır. Bu dönemde iki ülke arasında Rahip Brunson Krizi, Fetö Terör Örgütü Elebaşının Teslim Edilmemesi ve Himayesi Krizi, Suriye’ye yönelik Türk Silahlı Kuvvetleri’nin icra edeceği operasyonlardan ötürü yaşanan krizler, Mektup Krizi ve CAATSA kapsamında Türkiye’ye karşı uygulanan yaptırımlar önemli gelişmeler olarak yaşanmıştır. Türkiye ise önceki satırlarda bahsedilen bütün bu olumsuz gelişmelere rağmen ABD’yle gerek Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) müttefikliği gerekse ikili müttefiklik ruhunu korumak ve yaşatabilmek adına bütün adımları atmıştır. Ankara’nın hamlelerine Washington’un duyarsız kalması ise Türkiye için tek taraflı dış politikanın milli çıkarlar ve hedeflerle örtüşmeyeceğini ortaya koymuştur. Böylece Türkiye, 2000’lerin başından itibaren çok kutuplu uluslararası sistemin ruhuna uygun olarak bütün aktörlerle ilişki kurma stratejisinin daha işlevsel hale getirmiştir. Bu kapsamda Rusya ve İran’la Astana Süreci aktive edilmiş, yine Rusya’dan S-400 Hava Savunma Sistemi alınmış, Akkuyu Nükleer Tesisi işi Ruslara verilmiş ve Çin’in öncülüğünde başlatılan Kuşak-Yol Girişimi’ne dahil olunmuştur.

Türkiye’nin dış politikada Soğuk Savaş döneminin anlayışlarının ötesine geçmesi ve özellikle de kendisine yönelik tehditlerin çeşitlenmesinden ötürü ortaya koyduğu yeni çok yönlü dış politika vizyonu ve buna bağlı olarak Rusya’yla geliştirdiği ilişkiler, Washington yönetimi oldukça rahatsız etmiştir. NATO’nun en önemli ordularından birine sahip olan ve Batı güvenliğinin merkezi öneme haiz aktörlerinden biri olarak öne çıkan Türkiye’nin Rusya’yla askeri alanda işbirliğine gitmesini, bölgesel ve küresel çıkarlarına aykırı gören ABD’li karar alıcılar, esasında Türkiye’yi Soğuk Savaş dönemindeki dış politikasına geri dönmeye ve bir anlamda proxy devlet olmaya zorlamaktadır. Bahse konu olan durumdan ötürü Washington yönetimi; insan hakları, demokrasi ve hukuk gibi kavramlar üzerinden Türkiye’yi hizaya çekmeye çalışmaktadır. Ancak ABD’nin bu baskısı hem Türkiye’yi hizaya çekme noktasında etkisiz hem de politik gerçeklik ve uluslararası hukuk açısından oldukça sorunludur.

Öncelikle Türkiye’deki yargı süreçlerine dair açıklamaların, ABD’nin kurucu mimarı olduğu Birleşmiş Milletler (BM) sisteminin en temel ilkelerinden olan ve BM Antlaşması’nda Madde 2/7’de yer alan “devletlerin iç işlerine müdahale” yasağının açıkça ihlal edilmesi anlamına geldiği belirtilmelidir. Ayrıca Washington yönetiminin gerek bölge devletlerindeki gerekse de ABD’nin iyi ilişkilere sahip olduğu diğer devletlerdeki anti-demokratik ve hukuk dışı uygulamalara sessiz kalması da samimiyet sorgulamasına neden olmaktadır. Bir diğer husus ise başkanlık seçimlerinde şaibelerin yaşandığı ve Kongre binasının işgal edildiği ABD’nin ne denli bir demokrasiye sahip olduğudur. Zira Amerikan demokrasisi de tartışmaya açıktır. Son olarak vurgulamak gerekir ki; bölgede terör örgütlerini destekleyen bir devletin, bu örgütlerden gelen tehditler başta olmak üzere, ulusal güvenliğine yönelik tehditlere karşı önlem almaya çalışan müttefikini engellemek istemesi, müttefiklik ruhuna yakışmayan bir politika tercihidir.

Neticede ABD yönetiminin Türkiye’yi yeniden Soğuk Savaş döneminin Türkiye’si olarak dizayn etme çabasının yansımaları olan bu hamleler, esasında ülkenin ekonomik ve politik olarak güçsüzleştirilmesini ve buna paralel bir şekilde ülkenin fay hatlarının yeniden aktive edilerek kaotik bir ortama sürüklenmesini hedeflemektedir. Biden’ın adaylığı sürecinde yaptığı “Türkiye’de iktidarı değiştireceğiz” açıklamasıyla da örtüşen bu stratejinin hedefi ise milli ve otonom bir dış politika izleyen Türkiye’yi kontrol etme ve Batı’nın çıkarları için kullanışlı bir aparata dönüştürme arzusudur. Lakin bu hedefe yönelik her hamle, Türk kamuoyundaki Batı karşıtlığını daha fazla tetikleyecektir. Bu da Türk karar alıcıların yeni tercihlerde bulunmasını beraberinde getirebilir. Bütün bunlara rağmen Ankara tarafının rasyonel bir şekilde reelpolitiğe uygun olarak ABD’yle sorunların aşılması için adımlar atması da akılcı bir dış politikadır. Muhtemelen ABD siyasal sistemi içerisinde yer alan çeşitli bileşenler, bu akılcı politikanın başarılı olamaması için senatörler eliyle bir mektup sabotajına imza atmışlardır.

The post Türkiye-ABD İlişkilerinde Senatörlerin Mektup Hamlesi appeared first on ANKASAM | Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi.

]]>